CBT

Bilişsel Davranışçı Psikoterapi dayandığı temel itibarıyla diğer psikoterapi yöntemlerinden farklıdır. Terapi uygulamaları süreç ve içerik olarak yapılandırılmıştır. Kısa sürelidir ve çözüm odaklıdır. Kişinin şuanki sorunlarına odaklanır.

Güncel sorunlar dışında, kişiye hayat boyu kullanabileceği problem çözme becerilerini öğretir. Çarpıtılmış düşünceleri saptamak, yanlış inançları değiştirmek, insanlar ile iyi iletişim kurmak ve davranış değiştirmek temel hedeflerdir.
Bilişsel Davranışçı Terapi’nin dayandığı temel felsefe “insanları olayların kendisi değil, onları nasıl algıladıkları etkiler” fikridir.

Yani olayları “olduğu gibi” değil, “olduğumuz gibi” görürüz.
Otomatik düşünce: Kişinin aklına aniden ve istemsizce gelen, engellenemeyen düşünce ve imajlardır.

Şema: Yaşadığımız dünyaya anlam vermemizi, yeni bilgi ve deneyimlerin daha önceden oluşmuş belirli bir zemin ve yapı içine oturmasını sağlar. Katı ve değişime dirençlidir. İnançların en alt katmanıdır.

Temel inançlar: Bireyin deneyimleri sonucunda kendisi, diğer insanlar ve yaşadığı dünya hakkında geliştirdikleri ilk ve en temel inançlardır.
Değersizlik- Yetersizlik- Başarısızlık- Sevilmeme

Ara inançlar: Tutum, kural, beklenti ve varsayımlar. Şemaların korkulan sonuçlarının oluşmaması için bireyin kullandığı stratejileridir.

 

Sınav Kaygısının Nedenleri ve Belirtileri

Sınav Kaygısının Nedenleri

  • Yeterince hazırlanamamış olmak
  • Sınavdan önceki gece aşırı yüklenerek çalışmak
  • Sınav konularını iyi organize edememek
  • Ders çalışma alışkanlıklarının iyi gelişmemiş olması
  • Geçmiş sınav performansları ile ilgili olumsuz düşünceler
  • Hata yapmanın getireceği olumsuz sonuçlar
  • “Diğerleri ne yapıyor” düşüncesi

 

Sınav Kaygısının Belirtileri

  • Zihinsel:

Kötü senaryolar (kötü not alacağım, mezun olamayacağım vb.),

Kendini aşırı gözlemleme,

Unutkanlık,

Odaklanmada ve düşünceleri organize etmede güçlük

  • Fiziksel:

Kalp atışının hızlanması,

Nefes alıp verişin hızlanması,

Kaslarda gerginlik,

Titreme,

Terleme,

Mide ağrısı,

Ateş basması,

Baş dönmesi,

Bulantı,

El terlemesi

  • Davranışsal:

Sınavı yarıda bırakma,

Sınava girmeme,

Sınavda performans gösterememe,

Ders çalışmayı erteleme,

Ders çalışmama

  • Duygusal:

Heyecan,

Gerginlik,

Endişe,

Sinirlilik,

Karamsarlık,

Korku,

Panik,

Kontrol yitirme,

Çaresizlik

Araştırmacılar, sınav başarısının düşmesinde endişe faktörünün etkisinin, yoğun fiziksel uyarıma oranla daha fazla olduğunu belirtmektedirler. Çünkü sınav kaygısının sınav sırasında yarattığı olumsuz ve ketleyici etkinin odağı dikkat mekanizmasıdır. Kişinin, potansiyelini ortaya koyabilmesi için sınav sırasında dikkatinin tümünü sınav sorularına yöneltmesi gerekir. Ancak sınav kaygısı yüksek olan kişilerin yaşadığı endişe, dikkatin bölünmesine ve sınavla ilgili olmayan şeylere yönelmesine neden olur. Öğrenci, dikkatini sınava vermekte güçlük çeker ve dikkat, sınav soruları ile kişinin kendi performansına ilişkin yorum ve değerlendirmeleri arasında bölünür. Bir süre sonra öğrenci, dikkatinin çoğunu akademik başarısıyla ilgili olumsuz yorum ve değerlendirmelere yöneltir. Başarısından kuşku duyar ve diğerlerinin kendisinden daha üstün performans göstereceğini düşünür. Böylece sınava odaklanması gereken zihinsel enerji, hedefinden uzaklaşıp, dağılır ve öğrencinin gösterdiği performans, potansiyelinin çok altına düşer.

Sınav Kaygısı

  • Eyvah, yine sınav yaklaşıyor ve ben çalışmamı yetiştiremeyeceğim!…
  • Bu sınavda başarısız olacağım ve herkes aptal olduğumu düşünecek!
  • Çalıştığım halde kendimi yeterli görmüyorum!
  • Zaman kalmadı. Hiçbir şey bilmiyorum, herkes çalışmasını bitirmiştir…
  • Sınav günü geldi ve ben çalışmış olsam da nasıl olsa her şeyi birbirine karıştıracağım!…
  • Eğer bu sınavda ortalamanın altında kalırsam her şey berbat olur, sınıfta kalabilirim, atılabilirim; hayatım mahvolur!
  • Sınav soruları kolay görünüyor ama herhâlde bir şey bilmediğim için bana öyle geliyor…
  • Benden daha iyiler olduğuna göre neden sınav kâğıdını ilk ben veriyorum? Sorular bu kadar kolay olamaz. Ben yanlış yapmış olmalıyım…

Eğer bu cümleler sizin kendinize sık sık tekrar ettiğiniz ifadelere benziyorsa genellikle olumsuz ve kendinizi yenilgiye uğratan bir düşünce tarzı içindesiniz demektir. Büyük bir olasılıkla sınav sonrasında kendinizi, bildiklerinizi yapamamakla, dikkatsizlikle, süreyi iyi kullanamamakla ve doğru yaptığınız soruları sonradan değiştirmekle suçlarsınız. Bütün bunlar, gerçek dışı ve olumsuz beklentilerinizin, potansiyelinizi kullanmanıza engel olması sonucunda ortaya çıkar. Hepimiz sınavlardan ya da hayatımızdaki diğer önemli olaylardan önce biraz gerginlik yaşarız. Biraz kaygı bizi motive edebilir ancak kaygının artması sınava hazırlanmamızı ve sınav sırasındaki performansımızı olumsuz yönde etkiliyorsa, problem haline gelebilir.

Bu durumla başa çıkmakta zorlandığınızda veya performansınızın olumlu yönde değişmesini arzuluyorsanız psikolojik danışmanlık ve rehberlik alanında eğitim danışmanlarından destek almanızda fayda var.

psikod

Psikodrama ,
Psikodrama Jakop Levy Monero’nun ilk kez Viyana’da anneleri ya da bakıcılarıyla parklara gelen çocukları izlerken onların bu alanda bir öğretmene ihtiyaç duyduğunu belirlemesi ve çevresine toplanan çocuklara şaşırtıcı ve düş gücünü yakalayan masallar anlatmasıyla kavram olarak ortaya çıkmıştır.
Monero çocukların birbirlerine olan düşmanca kıskançça duygularından bu öyküler ve hayallerini doğal olarak oynayarak kurtulduklarını görür ve dramanın bir terapi olduğuna karar vererek (Teather Of Spentanity) ‘Doğallığın Tiyatrosu’ adını verdiği tiyatrosunu kurar ve bu tiyatro Psikodrama Tiyatrosuna öncülük eder.
Psikodrama kişilik, kişiler arası ilişki, çatışma ve duygu sorunlarının özel dramatik yöntemlerle keşfedildiği bir grup yöntemidir. İnsanların çoğu yaşamları boyunca bir şey söylüyor, başka bir şey düşünüyor, üçüncü bir şeyi hissediyor ve sonuçta bu üçüyle de ilişkisi olmayan bir şey yapıyor. Bunun sonucu insan ruhu hırpalanıyor, stres ve parçalanmaya geliyor. Psikodramanın amacı insanların söz düşünce ve davranışlarında tutarlı olmalarına yardımcı olmaktır. Bir başka amacı da kendimize ve başkalarına karşı açık ve tutarlı olmayı kolaylaştırmaktır.
Psikodramanın en önemli amaçlarından biri de bireylerde katarsis elde etme ve içgörü kazanmaları yoluyla psikolojik gelişimlerinin sağlanması ve böylece tedavi edilmeleridir. Psikodramanın, bir terapi tekniği olarak uzman kişilerce, özellikle bu konuda eğitim almış psikologlar tarafından uygulanması gerekir.
Eğitici Drama
Pedagojik drama olarak da adlandırılır. Çocuğun hemen her konuda eğitiminde kullanılan bir tekniktir. Bu nedenle diğer iki drama türünü de belirli oranlarda içine alır. Çünkü eğitici drama, çocuğun psikolojik yapı ve psikolojik yaşantılar konusunda bilinçlenmesini de, özel bir yetenek olarak yaratıcılığı kazanmasını da amaçlar. Eğitici drama ile yaratıcı drama arasındaki en önemli fark, eğitici dramanın amacının oyun yaratmak olmaması ve çocukların konuya eğitim amaçlı olarak katılmalarıdır.
Yaratıcı Drama
Çocukların yaratıcılık özelliğini geliştirmek ve oyun yoluyla düş güçlerini harekete geçirmek için çocuklarla yapılan drama etkinliklerine yaratıcı drama denir.
Çocuklar da yetişkinlerin yaşadığı dünyada yaşamaktadırlar ve onların da yetişkinler gibi duyguları, düşünceleri ve tarzları vardır. Bunların oluşumunda hiç kuşkusuz çevresindeki yetişkinleri örnek alırlar. Oysa çocukların yetişkinleri örnek almasından çok yaşam konusunda deneyime ihtiyaçları vardır. İşte bu noktada çocukların en çok yaptıkları şey, oyun, çok önemli bir yere sahiptir. Çocuklar yaşama dair birçok şeyi oyun oynarken öğrenirler ve bu öğrenmeler yaparak-yaşayarak olduğu için de son derece etkili ve kalıcı olmaktadır.
Araştırmacı Arthur T. Jershild, çocukların oyun sırasında oyunlar aracılığıyla kendi güçlerini sınadıklarını, atılıma giriştiklerini, kendi çizdikleri sınırlar içinde rekabet ettiklerini, oyunda kaybetseler bile bunu kabullendiklerini, bu nedenle oyunların toplumsallaşma sürecinde önemli etmen olduğunu vurgulamaktadır.
Yaratıcı drama, oyunlar kurarak çocuğa yaşantılar yoluyla yeni durumlara ve olaylara sağlıklı tepki vermesi ya da uyum sağlaması konusunda yardım etme sürecidir. Bu bakımdan yaratıcı drama çocuğun oyunlar yoluyla edindiği yaşama dair deneyimlerin doğru ve yerinde deneyimler olması için kontrol altında, önceden tasarlanmış ve bu konuda deneyimli kişiler tarafından yönlendirilerek yapılan bir etkinlik olmalıdır.
Çocuklar, gençler ya da yetişkinlerle yapılan dramanın klasik sınıflandırılmasında ısınma ve rahatlama, rol oynama ve pandomim, oluşum ve değerlendirme aşamaları yer alır.

lg

Homofobi Nedir?

“Homofobi” kavramı ilk kez 1972 yılında G. Weinberg tarafından “homoseksüel bireylerin mantıksız ve şiddet, ayrımcılık ve mahrumiyet yaratacak şekilde suçlanmasıdır” anlamında kullanılmıştır. Bazıları için bu kavram insanların cinsel kimlikleri nedeni ile yaşadığı baskının genişliğini anlatmaya yetmemektedir. Psikolojide fobi genelde mantıklı temeli olmayan bir korkuyu anlatır. Homofobi ise mantıksız bir korku olmaktan öte şiddet ve suistimale yol açan bir önyargıdır. Alternatif kelimeler olarak gay ve/veya lezbiyen nefreti, cinsel oryantalizm (ırkçılık ve seksizm) ve heteroseksizm kullanılabilir. Blumenfeld 1992′de heteroseksizm’i şöyle tanımlamıştır; “hem heteroseksüelliğin tek kabul edilebilir cinsel yönelim olduğu inancı, hem de kendi cinsine sevgi ve cinsel arzu duyan kişilerden korkma ve nefret etme” olarak tanımlanmıştır. Heteroseksizm önyargı, ayrımcılık, taciz ve şiddete yol açar. Korku ve nefret ile beslenir. Heteroseksizm hem kültürel olarak heteroseksüelliğin öne çıkarılmasını hem de homofobi olarak nitelendiren korkuları içerir. Homofobi tanımının daha sık kullanılması medya ve gruplarca büyük ölçüde benimsenmiş olmasıdır. Blumenfeld’e göre:
Hepimiz (diğer pek çok baskı formlarından biri olan) homofobi ismi verilen büyük bir kirliliğin içinde doğduk ve bu üzerimize bir asit yağmuru gibi yağıyor. Bazı insanların ruhlarını dibine kadar eritirken, diğerlerine yüzeysel olarak yaralayabilir ancak kimse ondan kaçamaz. Suçlu biz değiliz. Bu kirliliğin oluşmasında rolümüz olmadığı gibi bunun üzerine yağmasını da biz istemedik. Diğe taraftan hepimiz suçluyuz, birleşip yaşadığımız bu homofobik ortamın parçalayıcı etkisinden kendimizi koruyacak bir ortam inşa edemediğimiz için. Bu kirliliği temizleyecek adımlar attığımızda hepimiz daha rahat nefes alacağız.
70′lerden sonra homofobi eşcinsellere olan negatif duygular için daha sık kullanılan bir kelime olmuştur. 1988 yılında Audrey Lorde homofobiyi şu şekilde tanımladı; “kendi cinsiyetine sevgi duymaktan ölesiye korkmak ve bu sevgiyi duyanlardan da nefret etmek”. Oesterrich’e göre tüm tanımlar birlikte “heteronormativite” bir kültürü tanımlıyor, yani “toplum, politika ve ekonomi sistemlerinin erkek ve kadınların çiftler oluşturması üzerine kurulması… Sonuç olarak heteronormativite kimin vatandaş sayılıp hangi hukuki ve demokratik haklardan faydalanabileceğini bu çiftleşmeden belirler”. Topluma göre cinsiyet “ya biri ya öteki” olarak kabul edilir; bir birey ya erkek ya da kadındır. Arada bir durum yoktur. Cinsiyet normunun dışına çıkmak sterotipleme ve yaftalama ile sosyal cezalandırılır. Yaftanın daha sıkı tutması için “anormallikler” abartılır – eşcinsel erkekler efemine, eşcinsel kadınlar ise erkeksidir. Homofobi cinsiyetlerin ikileştirilmesinin toplumun içine geçmiş olmasının bir sonucudur.
Psikoanalist Donald Moss homofobinin özellikle erkekler tarafından nasıl içselleştirildiğini şöyle anlatır; “aşırı ve dayanılmaz fikirler yaratması – eşcinseller için intihara meyilli, heteroseksüeller için şiddete meyilli”. Moss eşcinsellerin kendilerine uygun yaşam biçimleri yaratırken heteronormativite nedeni ile yaşadıkları bölünmeleri anlatır. Moss’a göre paradoksal olarak eşcinsel ve lezbiyenler sevgi alıp verdiklerinde ilişkiler yaşayabilir. Diğer tüm insanlar gibi sevgiye ihtiyaç duyarlar. Cinsellikle ilgili kültürümüze entegre olmuş negatif duygular onlarda cinselliklerinden tiksinmi duygusu yaratır. Ancak insan olarak sevgiye duydukları ihtiyaç cinselliklerini yaşamaya iter. “Kişi kendinden istedikleri için dolayısı ile olduğu kişi için nefret eder… Kişinin ne istediğinin ve kim olmak istediğinin peşinden gitmesi tekrarlanan yeminlere ve hayal kırıklıklarına neden olur. Sevgi özgürleştireceğine lanetler.” (Moss, 2003) Eğer birey bu duyguları aşamazsa intihara gider.
HOMOFOBİ VE ŞİDDET
Ulusal Eşcinsel Görev Gücünün (National Gay Task Force) 1984 çalışmasına göre erkek eşcinsellerin %90′ı, kadın eşcinsellerin %75′i cinsel yönelimleri nedeni ile sözel tacize maruz kaldılar. Toplamda %50’si de fiziksel tacize maruz kaldı. Şiddet Karşıtı Cemiyete (Community Against Volence) göre eşcinsel ve lezbiyenlere karşı işlenen nefret suçları 1991 ve 1995 arasında %35 arttı. Cullen, Wright ve Alessandri homofobiyi etkileyen bazı değişkenleri ortaya koyuyor: bireyin geleneksel cinsiyet rollerine olan bağlılığı, dine olan bağlılığı, dini, eşcinsel kadın ve erkeklerle arkadaşlık kurup kurmadığı ve empati derecesi. Geleneksel cinsiyet rollerine bağlılık duyanlar – imkansız olmasa da – bu tarz cinsel kimliklere tolere etmeyi çok zor bulabilirler.
Araştırmalara göre heteroseksüel erkeklerin eşcinsellere karşı olan saldırganlığı heteroseksüel kadınlardan daha yüksektir (Herek, 1988). Herek’e göre bunun nedeni kadınlarla erkeklerin farklı tecrübeelri olmasıdır. “Farklı” olan erkekelri redderek erkekler kendi maskülenliklerini onaylamaktadır. Heteroseksüel kadınlar ise lezbiyen ve geylerin varlığını kendi cinsel kimlikleri için bir tehdit olarak görmemektedir. Eşcinsellere karşı daha az saldırgan oldukları için kadınlar eşcinsellerle kişisel olarak daha çok ilişki içinde olur. İlişki içinde olmak ve kişise tanıma homofobi seviyesini fazlası ile azaltmaktadır. Eşcinsellerle kişisel ilişki kuranlardaki homofobi oranı kurmayanlara göre çok düşüktür çünkü bu kişiler eşcinseller ilgili sterotiplerin doğru olmadığını birinci elde görmüştür. İletişim ayrıca eşcinsellerin tanınmasında ve anlaşılmasında, dolayısı ile farklılıklardan doğan endişenin azalmasına neden olur.
HETERONORMATİVİTENİN NEDEN OLDUĞU HOMOFOBİ HERKESİ İNCİTİR
Blumenfeld’e göre cinsel azınlıklar Amerika’daki en nefret edilen azınlıktır. Batı toplumunun dünyadaki diğer toplumlara göre biraz daha açık fikirli olduğunu kabul edersek bu diğer ülke ve kültürlerde homoseksüellerin durumu için korkutucu bir sonuç doğurur. Blumenfeld terminolojideki paradoksu şöyle anlatıyor; “…toplumun çoğunluğuna göre aynını sevmek (homo-seksüellik) sizi farklı yaparken, farklıyı sevmek (hetero-seksüellik) sizi aynı yapar.”
Homofobi iki seviyede topluma zarar verir: azınlık gruplarına negatif duyguları arttırarak dışlanma, hukuki hakların dışında tutma ve fiziksel şiddete dönüşür. Sürekli bunlara maruz kalan bireyler diğer insanların negatif duygularını içselleştirir. Böylece bu bireylerin duygusal gelişimi de engellenir ve psikolojileri hasar görür. Blumenfeld homofobiyi dört farklı seviyede anlatır:
– Kişisel homofobi cinsel azınlıkların ya acınması (çünkü durumları hakkında birşey yapamamaktadırlar) ya da nefret edilmesi (çünkü psikolojik ya da genetik olarak bozukturlar, doğanın karşısındadırlar, ahlak dışıdırlar, günahkardırlar ya da iğrendiricidirler) kişiler olarak algılanmasıdır.
– Kişilerarası homofobi bireyler arasındaki ilişkinin önyargı ile yönlendirilmesidir. Bu da ayrımcılığa yol açar. Yaftalamak, şakalar yapmak, şiddete dönüşen sözel ya da fiziksel tacizler buna örneklerdir. Ayrımcılık cinsel kimliğe bağlı olarak aile, arkadaşlar ve iş ortamında olabilir.
– Kurumsal homofobi devlet, iş, eğitim ve dini kurumlarda yaşanan ayrımcılıktır. Bu ayrımcılık genellikle hukuk ile hayata geçer. Örneğin bazı kiliseler aktif olarak eşcinselleri cemaatlerinden çıkarır ve eşcinsellik karşıtı çalışmalar yapar.
– Kültürel homofobi toplumun sosyal normalarının ayrımcılık ve baskı yaratmasıdır. Cinsel azınlıklar toplumsal kültür içinde mümkün olduğu kadar görünmez kılınmaya çalışılır. Tarihteki cinsel azınlıklar kayıta alınmaz ya da tarihteki ünlü kişilerin cinsel kimliklerine atıfta bulunulmaz. Cinsel azınlıklar sosyal kontrol için mümkün olduğunda sterotipleştirilir ve yaftalanır.
Oluşan baskı baskıcıların kendilerini ya da değer sistemlerini korumak, baskı gören grubun sahip olmadığı önceliklere sahip olmak gibi yapay avantajlar yaratsa da baskıcılar da ortadaki baskıdan zarar görür.
Blumenfeld homofobinin tüm insanlara olan zararlarını listeler. Homofobi sadece çok kalıplaşmış cinsiyet rollerini kabul eder. Bu rollere uymayan kişiler (heteroseksüel olsalar dahi) yaratıcılıkları ve kendilerini ifade şekilleri için cezalandırılır. Yaşamın zenginliği ve insan cinselliğinin çeşitliliği göz önüne alındığında sınırlı cinsiyet rolleri bu çeşitliliği yansıtmamaktır.
Homofobik davranışlar insanları diğer insanlardan nefret etmeye, onları reddetmeye ve yargılamaya, sonuç olarak da zarar vermeye iter. Bu kişilerin inanç ve hayat filozofilerine karşı ise bireyin içinde psikolojik ve ruhsal çelişkiler yaratabilir ve bireyin ruhsal ve psikolojik bütünlüğü bozar.
Homofobi bireylerin kendi cinsiyetinden bireylerle olan ilişkilerinde sınırlamalar ve rahatsızlıklar yaratmaktadır. Bu bireylerin kişisel hayatlarını ve sosyal destek sistelerini zayıflatır. Bekar kişiler bundan etkilenebilecekleri gibi evli olan ancak evlilikte aradığı sıcaklığı ve desteği bulamayanlar da etkilenir, başka kaynağa yönelemedikleri için izolasyon ve yalnızlığa itilir. İyi evliliklerde bile çiftler izole olabilir.
Homofobi sosyal iletişimi sınırlar. Blumenfeld’e göre “İnançları ne olursa olsun aileler lezbiyen, gey, biseksüel ve transcinsiyet çocuklar doğurmaya devam edecek. Politik sağ eşcinselliğin geleneksel çekirdek aileye zarar verdiğini iddia etmektedir. Gerçekte homofobi ailelerin ve aile bireylerinin arasındaki ilişkiyi zayıflatmakta ve bozmaktadır.” Bir çocuğun ailesi tarafından reddedilmek korkusu ile eşcinsel olduğunu gizlemek zorunda kalmasının aileye bir faydası olamaz. Bunlar homofobinin sonuçlarıdır.
Homofobi sadece cinsel kimliği farklı olanı damgalanmaya, sessizliğe ve hedef gösterme itmekle kalmaz. Farklı olana karşı pozitif davranış gösterme taraftarı olanları da dışlar. Kişiselerde homofobi geleneksel değerlere destek vermeyenlere karşı avlara dönüşmüştür.
Feministlerin söylediği gibi nasıl ki seksizm insanlık nüfusunun yarısının insanlığa katkısını yok ediyorsa, homofobi de cinsel azınlığa ait pek çok yetenekli ve yaratıcı insanın insanlığa katkısını reddetmektedir.
Homofobi çeşitliliğe tolerans göstermez. Blumenfeld’e göre “Homofobi bütün çeşitlilik anlayışını reddeder, yani dominant kültür akımının dışında kalan herkesi eninde sonunda hedef tahtasına alır. Bu nedenle birimiz bir özelliğimizden dolayı aşağılandığında aslında hepimiz aşağılanırız.”
Homofobi negatif davranış, negatif tavır ve nefret demektir. Negatifliğe çok fazla enerji akar. Bu enerji çok daha iyi yerlere harcanabilir.

tart

  • Problemi paylaştığınız kişiyle özel görüşün.
  • Sakin olmaya gayret edin ve iyi niyetinizi koruyun.
  • Problemleri teker teker ele alın. Olayların hepsini bir kerede çözümlemeye çalışmayın.
  • Geçmişe değil bugüne odaklanın. Geçmiş hayal kırıklıkları değiştirilemez. Olayı yaşadığınız anda kalın, üzüntüye neden olan eski olayları deşmeyin.
  • İncindiğiniz durumu, kızgınlıklarınızı söylerken ne istemediğiniz üzerinde değil, ne istediğiniz üzerinde konuşun. “Yüksek sesle müzik dinlemeni istemiyorum” yerine “Daha sessiz bir ortamda uyumak istiyorum” gibi.
  • Duygularınızı paylaşın.
  • Olayları kişisel almayın.
  • Bilerek, bilinen zayıflıklar veya hassas konular üzerinde durmaktan kaçının.
  • Tehditkâr olmayın sadece ne istediğinizi dile getirin.
  • Birbirinize saldırmaktan kaçının, davranışları tartışın kişilikleri değil.
  • Herkesin kendini savunması ve bakış açısını anlatması için şans tanıyın.
  • Eğer hatalıysanız kabul edin!
  • Zor durumları çözümlemek için zamana ihtiyacınız olacağını unutmayın.
  • Anlaşmazlıklarda zaman zaman tam olmayan çözümleri kabul etmeniz gerekebileceğini unutmayın.
  • Eğer duygularınızı ifade etmekte çok zorlanıyorsanız duygularınızı not veya mektup olarak yazmayı deneyin.

hvsterapi-Fibromiyalji nedir, belirtileri nelerdir? Nasıl tedavi edilir.
Fibromiyalji, osteoartritten sonra en yaygın olan arterit ilişkili hastalıktır. Halen günümüzde çoğunlukla yanlış teşhis konur ve yanlış anlaşılır. Karakteristikleri arasında yaygın kas ve eklem ağrısı, yorgunluk ve diğer semptomlar vardır. Fibromiyalji depresyona ve sosyal izolasyona neden olabilir.
Fibromiyalji sendromunu (FMS) anlatırken, semptomlara değineceğiz, teşhisi ve tedavisinden bahsedeceğiz. Fibromiyaljinin hayatımızdaki etkilerinden de bahsedeceğiz. Bu etki FMS ile gelen büyük fiziksel ve psikolojik zorlanmadan dolayıdır. Bu zorlanmalar çalışma saatlerimizi azaltarak, gelir ve hatta iş kaybına yol açabilir.
Fibromiyalji sendromu semptomlar topluluğudur. Bu semptomlar bir arada oluştuğunda, belirli bir hastalığın veya hastalığın gelişme ihtimalinin çok yüksek olduğunun habercisidir. Fibromiyalji sendromunda şu semptomlar çoğunlukla gerçekleşir:
“    Anksiyete veya depresyon
“    Düşük acı eşiği veya hassas noktalar
“    Aciz bırakan yorgunluk
“    Geniş alana yayılmış ağrı
12 milyon Amerikalıda Fibromiyalji vardır. Çoğunluğu yaşları 25-60 arasında değişen kadınlardan oluşur. Kadınlar erkeklere nazaran 10 kat daha fazla bu hastalığa yakalanırlar.
Fibromiyalji her yerinizin ağrımasına neden olur. Felç edici yorgunluk semptomlarına sahip olabilirsiniz-hatta uyanırken bile. Vücuttaki belirli noktalara dokunulması bile acı verir. Şişlik, yoğun seviyede rahatsızlık veya dinlendirici olmayan uyku ve ruh hali rahatsızlıkları veya depresyon deneyimleyebilirsiniz.
Hiçbir egzersiz yapmadan ve hatta herhangi bir nedeni olmadan, kaslarınız sanki aşırı çalışmış veya çekilmiş gibi hissedebilirsiniz. Bazen kaslarınız seğirir, yanar veya bıçak gibi bir ağrı saplanır.
Bazı Fibromiyalji hastalarının boyun, omuz, sırt ve kalça eklemlerinde ağrı ve acı olur. Bunlar uyumalarını ve egzersiz yapmalarını engeller. Diğer Fibromiyalji semptomları şunlardır:
“    Abdominal ağrı
“    Anksiyete ve depresyon
“    Kronik baş ağrısı
“    Uyuyamama veya uykusu hafif olma
“    Ağız, burun ve gözlerde kuruluk
“    Kalkar kalkmaz yorgunluk
“    Soğuğa ve/veya sıcağa karşı aşırı hassasiyet
“    Konsantre olamama (fibro fog denir)
“    İnkontinans
“    Irritabl Bağırsak Sendromu (Bowel Sendromu)
“    Parmaklarda veya ayakta uyuşma veya karıncalanma
“    Ağrılı adet görme
“    Tutukluk
Fibromiyalji osteoartrit, bursit (kesecik iltihabı) ve tendinit (tendon iltihabı) benzeri işaretler ve hislere neden olur. Bazı uzmanlar bunu arterit ve benzeri rahatsızlıklar grubuna koyar. Fakat bursit ve tendinit ağrısı belli bir bölgede olur, oysa Fibromiyalji geniş alana yayılan ağrı ve acıdır.
FİBROMİYALJİ TANI
Fibromiyalji teşhisinde belirli bir laboratuvar testi yoktur. Doğru bir teşhis koyabilmek için doktorunuz kapsamlı bir fiziksel muayene yapacaktır ve tıbbi geçmişinizi inceleyecektir. Genellikle fibromiyaljiye eleme yöntemiyle teşhis konur. Yani doktorunuz benzer semptomları olan diğer hastalıkları eleyerek teşhis koyacaktır.
Daha ciddi hastalıkları elemek için, doktorunuz belirli kan testleri yapacaktır. Örneğin, doktorunuz tam kan testi isteyebilir. Glikoz, tiroit gibi testler de isteyebilir, çünkü bunlar da benzer semptomlara sebep olur. Yorgunluk, kas ağrıları, halsizlik ve depresyon semptomları arasındadır.
Diğer hastalıkları elemede kullanılabilecek diğer laboratuvar testleri şunlardır: lyme titer, antinükleer antikorlar (ANA), romatoid faktör (RF), eritrosit sedimentasyon oranı (ESR), prolaktin seviyesi ve kalsiyum seviyesi.
Ayrıca doktorunuz bir inklüzyon teşhisi yapacaktır. Yani American College of Rheumatology tarafından belirtilen Fibromiyalji sendromunun tanısal kriterlerine semptomlarınızın uyduğundan emin olacaktır. Bu kriterler en az üç ay boyunca geniş bir bölgede-bedenin hem sağı hem solu, belin üstü ve altı, göğüs, ense, sırtın ortası veya altı-süre gelen ağrı, bedenin çeşitli yerlerinde hassas noktalar bulunmasıdır.
Doktorunuz yorgunluk, uyku bozukluğu ve ruh hali bozukluğu gibi semptomların şiddetini değerlendirecektir. Bu, FMS’nin yaşam kalitenizde, fiziksel ve duygusal fonksiyonlarınızdaki etkisinin ölçülmesine yardımcı olacaktır.

Alıntıdır(WebMD)

STRES NEDİR, NASIL ÖNLENİR !..

stres-nedirStres, organizmamızın fiziksel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi veya zorlanmasıyla ortaya çıkan GERGİNLİK durumudur. Tehlikeyle yada sınır durumuyla karşılaşıldığında; beynin ve sinir sisteminin su ve tuz dengesi korunmuş durumdaysa, beynin kortex bölümü,durumu süzgeçleyerek doğru karar vermemizi sağlayacaktır. Eğer su ve tuz dengesi faaliyet için yeterli değilse, ilkel beyin denilen Amigdala devreye girecek, bulunduğumuz durumdan kaçışımızı sağlayacaktır ama çözüm üretemeyecektir. Stresin 3.aşaması olan Alarm, Direnç ve Tükenme dönemlerinin ilk ikisi aşamasında beynin hidroelektrik enerji üretebilmesi için su ile takviye edilmesi yoluna gidilirse, strese yol açan sebepler süzgeçlenir, çözüm yolları aranıp bulunur ve tükenme dönemi yaşanmadan beden eski sağlıklı durumuna döndürülebilir. Eğer bu yol izlenmez, stresi-onlemenin-yollarivücut uzun süre su kıtlığına uğratılır ise tükenme dönemi zorunlu olarak yaşanmak durumunda kalınacaktır. stresten kurtulmak için çaba harcamadan uzun süre strese katlanan insanlarda daha fazla su kıtlığı oluşacak ve bunun sonucu olarak vücut için gerekli olan triptofan, trozin…gibi aminoasitler korunamayıp yetersiz hale getirilecektir. Bunun sonucu olarakta farklı doku ve organlarda onarımı güç hasarlar oluşacaktır. Strese girildiğinde hemen bol miktarda canlı aktif su içilmelidir. Çünkü kronik su kıtlığı olan dehidrasyon stresin kaynağıdır. Stres vücutta bir çok hastalığa zemin hazırlar.
KESİN ÇÖZÜM; Vücudumuzu hergün, temiz hafızalandırılmış-canlı içme suyu, kolloidal yapıdaki doğal kristal tuz ve eksi iyonları artırılmış hava vitaminleri olan temiz oksijen ile buluşturup doğal iyileştirme gücümüzü artırmaktır. Uyuşturucu ilaçlarla geçici olarak rahatlatma çözüm değil, bilakis uyuşturucu bağımlılığına doğru giden, telafisi belki de mümkün olamayacak bir yöntemdir.

Fobi Nedir? 

Fobi 1“Fobi terimi Yunanca “phobos”tan gelmektedir. Phobos ‘uçmak, panik, terör’ anlamlarını taşır. Phobos adlı Yunan tanrısı, düşmanında korku ve terör yaratmakta ustaymış ve bu yüzden eski Yunanlılar silahlarının, korku maskelerinin üzerine Phobos’un resmini yapıyorlarmış.

İlk kez 1801’de kullanılan fobi terimi ‘bir nesneye karşı, kesinlikle tehlike kaynağı olmasa dahi kalıcı ve yoğun korku hissetme durumudur (Beck ve Emery, 1985).

Fobi yaşayanlarda; bazı nesnelerle veya bazı durumlarla karşılaşıldığında belirgin bir rahatsızlık hissi, kalp çarpıntısı, baş dönmesi, ağız kuruluğu, terleme, yutkunma, öleceğini düşünme gibi belirtiler görülür. Aynı zamanda fobik kişiler bu sıkıntıyı yaşamamak için, o durumdan hızlıca kaçmak ve uzaklaşmak isterler (Bourne, 1995). Spesifik fobiler adıyla sıkça yaşanılan fobiler; hayvan fobileri, uçak fobisi, yükseklik fobisi (akrofobi), asansör fobisi-klostrofobi (kapalı yerde kalma korkusu), doktor-dişçi fobisi, olarak sayılabilir.

 


Çocuklarda Davranış Bozuklukları:

images– Karşıt olma karşı gelme bozukluğu nedir?

– Bu çocuklar herkese karşı savunmacı tutum mu geliştiriyorlar?

– Düşmanca ve olumsuz davranışlarla ortaya çıkar mı?

– Kimlerle tartışırlar?

– Hangi kurallara karşı gelirler?

– İnsanları isteyerek mi kızdırırlar?

– Kendi hataları için başkalarını suçlarlar mı?

– Çevreyle ilişkilerindeki bozulmalar onları izole eder mi?

– Ergenlik öncesinde erkeklerde daha sık olmasının sebepleri nelerdir?

– Karşı gelme davranışları ne kadar sürerse yardım alınmalıdır?

– Bunları memnun etmek mümkün müdür?

– Okulda neler yaşarlar?

– Arkadaşlarını sabote ederler mi?

– Öğretmenle de sorun yaşarlar mı?

– Alıngan olurlar mı?

– Başkaları tarafından kolayca kızdırılır, kışkırtılırlar mı?

– Küfreder veya açık saçık konuşurlar mı?

– İnatçılıkları nasıl kırılabilir?

– Hangi hastalıklar eşlik eder?

– Dikkat sorunları yaşarlar mı?

– Pasif agresif davranışları görülür mü?

– Tedavide terapi nasıl yapılır?

Bunun gibi tüm sorunlarınız için bizi arayabilirsiniz…

HVS Terapi Merkezi 0536 712 45 34

 

Pasif Agresif Kişilik Bozukluğu Özellikleri;

Pasif Agresif Kişilik Bozukluğu2-Kızgınlık, alınganlık, pişmanlık duyguları yaşarlar.

-Sorunlarla, kişilerle yüzleşmekten kaçarlar.

-Kızgınlıklarını, kırgınlıklarını direkt ifade etmek yerine dolaylı yolları tercih ederler.

-Her an hayal kırıklığına uğrayabilecekleri kaygısı taşırlar. Kendilerini çaresiz hissederler.

-Kendisini değersiz hissederler. Değerinin verilmediğini, haksızlığa uğradığını, yanlış anlaşıldığını, şanssız olduğunu düşünürler.

-İşler istediği gibi gitmediğinde öfke yaşarlar. Somurturlar, kızarlar, muhalif olurlar.

-İşbirliği içine girmezler.

-Bağımlı özellikler gösterirler.

-Otorite figürü tarafından verilen işleri erteleme, unutma vb. şeklinde davranışlar görülür.

-Otoriteyi sürekli eleştirme ve küçümsemeye çalışabilir.

-Saldırgan ve öfkeli davranışlarda bulunurken bir taraftan da pişmanlık duyarlar.

– Çoğunlukla kendilerini bezgin ve yorgun hissederler.

– Gelecek ile ilgili kaygıları vardır. Gelecek ile ilgili sürekli olumsuz düşünceleri vardır.

Pasif Agresif Kişilik Ve Çocukluk Dönemi Deneyimleri

Yapılan çalışmalarda, bu kişilerin çocukluklarında aileleri tarafından ihmal edildiği, ailelerinin kararsız davranışlarına maruz kaldığına yönelik bulgular vardır. Böylelikle yaşanılan kızgınlık duygusunu ifade edememekte, kızgınlık duygusu büyümektedir.

İnsanlara kızgınlıklarını ifade etmek için dolaylı yolları tercih ederler. Örneğin, yöneticisi bir şey yapmasını istediğinde bu işi erteler, yanlış yapar ya da dosya sürekli önünde açık durur. Ancak, o başka işlerle ilgilenebilir.

Olumsuzlukları, sorunları dışsallaştırma eğilimi gösterirler. Bu nedenle sorunlarla başa çıkmaya çalışmaz, sorunlarının başkalarından kaynaklandığını düşünürler. Bir taraftan bağımlı özellikler gösterirken bir taraftan da girişimcilik arasında kararsızlık yaşarlar.

Tedavi

Kişinin duygu, düşünce, davranış ve alışkanlıklarını değiştirmek için uzun süreli psikoterapi programı uygulanmalıdır. Terapide, kökleşmiş davranışlar, olaylara yaklaşım ve bakış açıları, ilişki dinamikleri ele alınır. Kişinin tedaviye gönüllü olarak gelmesi, çaba sarf etmesi, sorunların sorumluluğunu üstlenmesi durumunda iyileşme süreci biraz daha kısa zaman

bilgisayar-bagimlisi
Bilgisayar ya da bilgisayar oyunu bağımlılığı, son dönemlerde sıklıkla karşılaştığımız bir sorun artık. Ders çalışmama, okula gitmek istememe, temel ihtiyaçlar dışında bilgisayar başından kalkmama, dikkat eksikliği ve ders başarısızlığı, engellenmeye tahammül edememe, kayıtsızlık ve çabuk duygusal doyum arayışı şikayetleri, ebeveynlerden en çok duyduğumuz şikayetlerdir.

Rahatsızlık çoğunlukla erkek çocuklarda 14-15 yaşlarında ortaya çıkmaktadır. Geçmiş öykülerinde, bu çocukların ilkokul döneminde dikkat eksikliği ve hiperaktivite tanısı aldığı ve derslerinde başarısız oldukları görülmektedir. Bu rahatsızlıkların tedavisinde ise ergenler, farmokolojik yardım almış olsalar da semptomlarda düzelme izlenmemiştir. Ergenler gün içinde o kadar çok bilgisayarla meşgul olmaktadırlar ki ailesel ve sosyal ilişkilerinden çekilmekte hatta günlük rutin ihtiyaçlarını bile karşılamaktan geri durmaktadırlar. Bu ergenlerin sosyal işlevselliği görünürde sorunsuz olsa da derinlik ve kalitede eksiklik görülmekte ve bu durum anne-babadan tepki görmektedir.

Ergenler, kısıtlı sosyal ilişkilerinden memnundur çünkü genelde sosyal ilişkilerini kendileri gibi bilgisayar oyunları oynayan ergenlerle kurmaktadırlar. Bu ergenlerin oluşturduğu oyun grupları, oyun eksenli bir araya gelmekte ve kendileriyle aynı dili konuşmayan kişilerle temas etmemektedirler. İnsanoğlu, anne karnındaki yaşantısından sonra fiziksel doğumla anneden ayrılmakla beraber psikolojik doğumu gerçekleştirip tam bağımlılıktan bireyselleşmeye giden yolu tamamlama ödeviyle doğar. Bu yol, anne-çocuk ilişkisinin temel eksenini oluşturur. Her bağımlılık ilişkisi, anne ilişkisine dayanır. Doyuran, besleyen, ihtiyaçları karşılayan anne, gelişim ilerledikçe bu özelliklerini kaybetmektedir. İnsanoğlu da iç dünyasındaki bu iyi anne temsilini değiştirmek ve dönüştürmek zorundadır. Ancak sonu gelmeyen arzu tatmini arayışı, insanoğluna bu cennetsi ilişkinin izini sürecek tutkuyu da aşılar. Arzuyu tatmin edecek, mutluluk verecek, tüketilse de hayatta kalacak iyi nesne(anne), hep aranır. Ondan ayrılmayı kabul etmek, yasını tutmak ve elde kalan boşluğu sağlıklı kanallarla yüceltmek ise zor bir gelişimsel ödevdir. Konumuz olan bilgisayar bağımlılığında ise ergenlikte tekrar eden, aktivite kazanan çocukluk çatışmalarının kendine özgü şeklini irdeleyeceğiz. Ergen, bağımlılık ritüelleriyle anneyle geçmişte kurulan tümgüçlü ilişkinin bitişini inkâr etmektedir. Ayrılmanın, bireyselleşmenin, tek başına olmanın, çağımızın narsistik döngüsünde oluşturduğu bilinçdışı kaygı, özellikle bilgisayar oyunları vasıtasıyla karşılanmaya çalışılmaktadır.

Bağımlı ergen, bir zamanlar annenin tüm arzularını ve saldırganlığını kabul eden, doyuran, tamamen bebeğin kontrolünde olduğu o büyüsel ilişkinin peşinde koşar. Bu patolojide ergenin bağımlılığından ziyade bağımsızlığa karşı seçilen savunmanın-defansın, ergenin ruhsal dünyası üzerinde ortaya çıkardığı tahribat daha önemlidir. Ergenler, saatlerce bilgisayar başında kalarak, günlük ihtiyaçlarından bile feragat edecek şekilde izole bir kozada, KNİGHT gibi savaş oyunlarında her gün yüzlerce cinayet işlemektedirler. Ergen, böylelikle her türlü insan-nesne ilişkisinden uzak durmakta ve dış dünyanın ilişkisel gerginliklerinden kaçınmaktadır. oyun içinde daha güçlü hale getirdiği savaşçılarıyla ergenler, anne ilişkisinde karşılayamadığı engellenme yaşantısının pasifliğini, ezikliğini, acizliğini tersine çevirmekte ve savaşçısına hükmeden bir iktidar kalkanıyla dış dünyanın ilişkisel gerginliklerini savuşturmaktadır.

Bu rahatsızlığın altında yatan dinamikler, yaptığımız araştırma göstermiştir ki erken dönem anne-çocuk ilişkisindeki doyumun eksikliğiyle başlayan süreçte, çocuğun denetim döneminde anne tarafından aşırı kontrol edilmesi ve bağımsızlaşmasının desteklenmemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Denetim ilişkisi, daha önceki dönemde verilemeyen şefkat ve güvenin sonucunda, anne imgesinin olumsuz özelliklere sahip olmasıyla daha da sertleşmektedir. Olumsuz anne imgesi çocuğu denetlediğinde, kontrol yeteneklerini geliştirmesi ve sınır duygusunu öğrenmesi beklenen çocuk, anneyi olduğundan daha sert, cezalandıran ve affetmeyen, baskıcı bir figür olarak algılamaktadır. Bu arada, babaların da anneyle çocuğun ilişkisinde asıl otorite olarak yer edinemediği ve çocuğa rol modeli olamadığı görülmektedir. Aile içinde baskın kişi anne olurken, babalar annenin bıraktığı şefkat boşluğunu doldurmaya çalışmaktadır. Bu bozukluk, aile dinamiklerinin irdelenmesi ve anne-babanın çocuk yetiştirme tutumlarının çözümlenmesi ile sağlıklı bir damara oturtulabilir. Böylelikle çocuklukta geçilemeyen ruhsal basamakların aile terapisiyle sağlıklı bir şekilde geçilmesi sağlanabilir, ruhsal gelişme ve olgunlaşmaya imkân sunulabilir.

5976_2

Bir çocuk kendi kararlarını almak için sürekli başkalarından destek istiyorsa aslında yapabileceği şeyler için ailesine bağlı kalıyorsa bağımlılık söz konusudur.

Çok küçük çocuklar için bağımlılık normal, hatta sağlıklı bir durumdur. Fakat okul çağına geldiğinde bu durumun devam ediyor olması sorunlara neden olur.

NEDENLER:
Bağımlılık asla tek bir olay nedeniyle ortaya çıkmaz, yıllarca süren bir davranıştır ve birçok nedeni olabilir.

· Her zaman bir problemi ondan daha iyi çözen ya da bir duruma ondan iyi yaklaşan başkalarının olduğu öğretilerek bağımlılık yaratılabilir.

· Bağımlılık bazı çocuklar için daha güçlü hissetme yada ilgi çekmenin bir yoludur. Çocuğun “bana yardım edin, beni koruyun” mesajları daha fazla korunma ihtiyacın göstergesidir. Özellikle koruyucu tutuma sahip ailelerde çocuğun herhangi bir başarısızlığı çocuğun korunmaya ihtiyacı var gibi algılanır. Çocuğa ait bütün görev ve sorumluluklar “o yanlış bir şey yapar” anne ve babalar tarafından üstlenilmesi bağımlılık yaratabilir.

· Çocuklarına yeterince zaman ayıramadıkları için suçluluk duyan, çalışan anne babaların bu durumu telafi etmek isterken çocuklarının üzerine çok düşmeleri.

· Çocuklarına sınır çizmekte sorun yaşayan ve aşırı serbest bırakması olan tutumu bağımlılık nedenidir.

BELİRTİLER :
Aşağıdaki davranışlardan çoğunu uzun zamandır çocuğunuzda gözlüyorsanız bağımlılık problemi olma olasılığından söz edilebilir:

· Teneffüste diğer çocuklarla oynamak yerine onları izlemeyi yada öğretmeni ile oturmayı tercih ediyorsa

· Öğretmenden sürekli yönlendirme, onay ve kabul bekliyorsa,

· Öğretmeni yanında oturup her adımda yardım etmedikçe sınıf içinde etkinliğe katılmıyorsa,

· Sınıf arkadaşlarıyla işbirliği yapmaktan kaçıyorsa,

· Okula gitmek istemiyorsa, okul dışı etkinliklere katılmayıp, sürekli evde olmak istiyorsa,

· Yaşıtı çocuklarla karşılıklı bir arkadaşlık kurmayıp, bir iki iyi arkadaşa bağımlıysa,

· Anne babası yardım etmek için hazır olana kadar ödevlerini yapmayıp bekliyorsa,

· Topluluk içindeyken yetişkinlerden ayrılmak istemiyorsa

· Anne ve babası yanında olmadan başka bir yerde kalmak istemiyorsa,

· Anne babası yanında olmadığında huysuzlaşıyorsa

· Anne ve babası yokken bağımlılığını büyük kardeşe yada ona yakın olan birine yöneltiyorsa (büyük anne, büyük baba)

ÖNERİLER:
· Çocuğu sosyal ortamlara alıştırmak, bazen yalnız bırakmak, ufak ayrılıklar yaşatmak erken dönemde alınması gereken önlemlerdir

· Bağımlı davranışlar genellikle koruyucu anne tutumlarından kaynaklandığında anne babalar tutumlarını gözden geçirmelidir

· Çocuk kendi giyinirse ters giyer, ayrı yatakta yatarsa üstünü açar, ödevini kendi başına yaparsa yanlış yapar diye düşünerek anne babaya sürekli ihtiyaç getirmekten kaçınmalıdır. Çocuğun kendi işlerini kendi başına yapmasına fırsat verilmelidir

· Hem evde hem okulda çocuğa daha bağımsız olmasını öğretirken

Beklediğiniz davranışı açıkça ifade edin ve bunları yapmadığında ortaya
sonuçları anlatın:

ÖRNEĞİN:
· Çocuk okula giderken saati nasıl kuracağını öğrenmek zorundadır, zamanında hazırlanmazsa okul servisini kaçıracağını bilmelidir.

· Okuldan getireceği eşya ve ödevlerini koyacağı özel bir yer hazırlayın. Önce kendi ödevi ya da okuma kitabını bulmak ana babanın işi değildir.

· Ev ödevlerin küçük bölümlere ayırarak çalışmasını sağlayın. Eğer gerekli çalışmalar küçük parçalar halinde sunulursa, bağımsız çalışma ve başarı daha çok gerçekleşir.

· Bir kâğıt ve silinebilir bir tahta üzerine haftalık bir tablo yapın, çocuğunuzun uygun yapmasını istediğiniz davranışları tek tek yazın ve her gün için yaptıklarının işaretlemesini isteyin. Bağımsız olarak yaptığı davranışların sonunda onu ödüllendirin.

· Çocuğunuzun yapabileceği ve yapması gereken işlere müdahale etmemeniz konusunda kararlı olun. Her insan gibi yeni bir beceriyi öğrenirken çocuğu korumaya çalışmadan çabasını takdir edin.

· Çabası için verdiğiniz ödüller, başarısı için verdiklerinizden daha sık olsun.

Her gün ismini ve yaşını bilmediğimiz çocuklar aile bireyleri tarafından fiziksel, cinsel ya da duygusal ihmal veya istismara uğruyor. Medya aracılığı ile duyduklarınızdan, gördüklerinizden başka nice içe atılmış öyküler, sessiz çığlıklar, kabus dolu günler yaşanıyor.
Bütün bu gerçeklerle kaçarak değil, bilgilenerek ve etrafımızı doğru bilgi ile buluşturarak savaşabiliriz. Çocuklarımızı korumanın tek yolu eğitim.

CHILD-ABDUCTION-388

Çocuğuma cinsel bilgiler verirken nelere dikkat etmeliyim?
Çocuklarınıza cinsel eğitim verirken ya da onun sorduğu bir soruyu cevaplarken,
o Çocuktan talep geldiği zaman veya ana-baba gereksinim duyulduğunu hissettiği zaman verilen bilgi en uygunudur. 3 yaşından itibaren doğru bilgi ile çocuk buluşmalıdır.
o Çocuğun gelişim dönemine uygun bilgilendirme yapılmalıdır. Yaşından fazla bilgi çocukta kafa karışıklığı yapabilir.
o Kısa, gerçek ve net cevaplar vermelisiniz.
o Yetişkinin beden dili, konuşulanların içeriğinden ve kullanılan dilden daha önemlidir. Bu nedenle konuşurken yüz ifadenize, ses tonunuza dikkat etmelisiniz.
o Bilgi veren yetişkinle özdeşim, duygusal olgunluğu kolaylaştırdığı için kız çocuğuna annenin, erkek çocuğuna ise babanın bilgi vermesi daha doğaldır.
o Gebelik ve doğumla ilgili bilgilendirmede, acılar ve sıkıntılar değil anne olmanın güzelliği anlatılmalıdır.
o Cinsel organlar çeşitli adlandırmalar ile değil “vajina”, “penis” , “testis”, “meme” gibi bilimsel adları ile öğretilmelidir.
o Erkek çocuğa, penise sahip olmanın bir üstünlük olmadığı yetişkinlerin bu organa odaklanmayıp doğal olarak algılamalarıyla öğretilebilir.
o Çocuğun ana-babasının vücudunu görmek ister. Bunu doğal olarak kabul etmek gerekir. Çocuk ne kadar küçük yaşta anne baba farkını görürse o kadar az soru sorma ihtiyacı hisseder.
o Reddetme ve azarlama tepkileri gösterilmemelidir. Çocuk kendini suçlu hissetmemelidir.
o 3-4 yaşından sonra cinsiyete uygun olarak giydirme ve rol beklentileri geliştirme, oyuncak seçimi, cinsel kimliğe uygun ebeveyn ile iletişim önem kazanır.
o Çocuğa cinsel organını keşfederken, bunu herkesin önünde uygun olmadığı anlatılmalıdır. Çocuğa vücuduna sahip çıkabileceği, başkalarının dokunma isteğine hayır diye cevap vereceği anlatılmalıdır.
o Özellikle de çocuğa kendisinden büyük kişilerin cinsel organına dokunmasının uygun olmadığı anlatılmalıdır.
o Cinsel istismara (saldırı, tecavüz, vb.) uğradığında hemen kendisini anlayabilecek, destek ve yardımcı olabilecek bir yakını ile bu durumu paylaşmalıdır.

bağımlılık

Fiziksel Bağımlılık

Fiziksel bağımlılık, maddenin varlığına karşın duyulan fizyolojik bir istektir. Beden maddeye karşı bir uyum geliştirir. Merkezi sinir sistemi hücrelerinin normal görevlerini yapabilmeleri için alışılan maddeye sürekli ihtiyaç duyulması halidir. Alışılan maddenin alınmaması halinde vücutta ortaya çıkan belirtilere yoksunluk belirtisi adı verilir. Fiziksel bağımlılıkta yoksunluk belirtileri ölüme yol açacak kadar şiddetli olabilir.

Psikolojik Bağımlılık

Psikolojik bağımlılık ise gereksinimlerini tatmin etme, doyum ve haz alma amacıyla maddeye düşkünlüktür. Keyif verici maddeyi belirli aralıklarla alma isteği duyulmasına denir. Kişi maddenin yokluğuna bağlı huzursuzluk duyar.

Araştırmalar ergenlik ve erken yetişkinlik dönemindeki bireylerin madde bağımlılığına daha yatkın olduğunu göstermektedir. Bunun sebepleri;

-Ergenler ve genç yetişkinlerin maddeyi deneme ve maddeye bağımlı olma oranlarının yetişkinlere göre daha fazla olması

-Yetişkinlerde saptanan bağımlılığın başlangıcının ergenliğe veya erken yetişkinliğe dayanması

-Madde kullanımına ne kadar erken başlanırsa bağımlılığın o kadar şiddetli olması

*Özellikle ergenlik döneminde sigara ve alkol kullanımı genelde otoriteye başkaldırışın sembolik ifadesi olarak başlar

Risk Faktörleri

Cinsiyet (erkeklerde daha yaygın)

Psikopatoloji (Bipolar bozukluk ve depresyon, Şizofreni, Sosyal fobi, Panik bozukluk, Travma sonrası stres bozukluğu)

Aile öyküsü (genetik yatkınlık, ebeveynlerin madde kullanımı)

Sosyal çevre (Maddeye ulaşılabilirlik, maliyet, arkadaş ortamı)

Bireysel öz geçmiş (bağımlılık geçmişi, maddenin pozitif pekiştirici etkisi, çocukluk çağı travmaları)

Koruyucu Yaklaşımlar

  • Birincil Koruyucu Yaklaşım

Yaşamı boyunca hiç madde ile karşılaşmamış kişilerin bu maddeleri kullanmaya başlamasını engellemek amacı ile yapılan çalışmalardır

(Bilgilendirme toplantıları, konferanslar, seminerler vs)

  • İkincil Koruyucu Yaklaşım

Madde kullanmaya başlamış ancak bağımlı hale gelmemiş kişilerin bağımlı hale gelmesini önlemek amacı ile yapılan çalışmalardır

(Kişinin kendi durumunu değerlendirmesini, kendisine   yardımcı olunabileceğini kavramasını sağlamak, sağlık kurumlarına başvurabileceğini öğretmek vs)

  • Üçüncül Koruyucu Yaklaşım

Belirli bir süre madde kullanarak madde bağımlısı haline gelmiş kişilerin tedavisinin sağlanarak geriye dönüşü olmayan sosyal ve tıbbi kayıplardan korumak, ölümü engellemek için yapılan çalışmalardır

(Ayaktan veya yatarak tedavi vs)

İnternet ve Teknoloji Bağımlılığı

İnternet ve teknoloji bağımlılığı da aynen diğer bağımlılıklarda olduğu gibi kişinin kendi iradesi ile kontrol edemediği, kendini o davranışı yapmaktan alıkoyamadığı ve bağımlısı olduğu teknolojik ürüne ulaşamadığında yoksunluk yaşadığı bir durum olarak tanımlanabilir.

-internette geçirilen süre giderek artıyorsa

-internette geçirilen süre kısıtlanmaya çalışıldığı halde bir türlü başarılamıyorsa

-internet kullanımı azaltıldığında veya kısıtlandığında sinirlilik/huzursuzluk oluyorsa

-internete girebilmek için bahane uyduruluyorsa

-internette geçirilen süre içerisinde yeme, içme, tuvalete gitme gibi fizyolojik ihtiyaçlar erteleniyorsa

-internette vakit geçirebilmek adına iş, aile, okul hayatı aksatılıyorsa bağımlılıktan söz edilebilir.

İnternet ve teknoloji bağımlılığı olan kişilerde sosyal fobi, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, depresyon, alkol ve madde bağımlılığı gibi rahatsızlıkların daha sık gözlendiği bilinmektedir.

Ailelere Öneriler

-Dinleyin, konuşun

-Yargılamayın

-Tehdit etmeyin

-Sorgulamayın

-Öğüt ve emir vermeyin

-Örnek olun

-Açık olun

-Öğrenmesine yardım edin

-Arkadaşlarını tanıyın

-Hayır demeyi öğretin

-Sevin ve sayın

superman

Mükemmeliyetçilik gerçekçi olmayan, aşırı yüksek amaçlara ulaşmayı amaçlayan ve kişiye zarar veren bir düşünce ve duygular bütünüdür. Mükemmeliyetçilik toplumumuz tarafından ne yazık ki başarı için gerekli ve arzu edilen bir durum olarak algılanır. Oysaki mükemmel olma isteği hem kişisel tatmini zedeleyen hem de başarısızlığa sebep olan bir durumdur. Mükemmeliyetçiler ulaşılamaz amaçlar belirlerler. Mükemmele ulaşmak için yaratılan sürekli baskı, üretkenliği ve verimliliği azaltır. Bunun sonucunda;

-Aşırı yüksek hedefler ve baskı sonucunda başarısızlık kaçınılmazdır.

-Sürekli başarısızlık suçluluk duygusu yaratır.

-Kaygı problemleri depresyona yol açabilir.

-Hayattan tat alınamamaya başlanır.

Mükemmeliyetçi kişi kendisine ulaşamayacağı yükseklikte ve gerçek dışı standartlar koyar. Kendini insafsızca zorlayarak, bu ulaşılmaz hedeflere ulaşmaya çalışır. Mücadeleci biri kendine yüksek standartlar koyar ama çabaladığı şeye ulaşma olasılığı vardır. Mükemmeliyetçi kişinin çabaları, kendini yenilgiye uğratan türdendir: Hiçbir şey, hiçbir zaman “yeterince” iyi değildir ve bu yüzden de hiçbir zaman, başarıya bağlı bir doyum yaşaması mümkün değildir. Mücadeleci kişinin çabaları ise kendini geliştiren türdendir: Kendisine koyduğu o yüksek ve anlamlı hedefe ulaşamasa bile, sırf denediği için bir doyum sağlanabilir. Mükemmeliyetçi insanlar etraflarından onaylanmama ve reddedilme korkusu içindedirler.

Mükemmeliyetçilikle İlgili Bilinen Yanlış Düşünceler

-Eğer mükemmeliyetçi olmasaydım bugünkü başarımı yakalayamayacaktım.

-İşleri bitirenler mükemmeliyetçilerdir. Doğru bir biçimde yapanlar da onlardır.

-Mükemmeliyetçiler başarıya giden yolda önlerine çıkan tüm engelleri aşabilecek kararlıkta ve güçtedirler.

-Mükemmeliyetçiler başkalarını mutlu etmek için, olabileceklerinin en iyisini olmak için uğraşırlar.

Mükemmeliyetçiliğin Nedenleri

-Başarısızlık korkusu

-Hata yapma korkusu

-Onaylanmama korkusu

-Ya hep ya hiç

– “-meli/-malı”lara çok önem verme

– Diğerlerinin çok kolay başarıya ulaştıklarına inanma

Çocuklarda kaygı bozuklukları
Özellikle 0-2 yaş döneminde (Anne ve babadan günler.)
Hepimiz hayata bazı kaygı temelleriyle adım atarız. “Sağlıklı kaygı” denilen kaygı türü tehlikelerden korunmak adına bize sorun olmak yerine faydalı ve gerekli bir durumdur. Ancak özellikle çocukların kaygı eşikleri düşük olmakla beraber pek çok etmenden çok kolay kaygılanıp korkabilmektedirler.
Hayal gücünün ve dil gelişiminin oldukça hızlı ve yeterli olduğu dört yaş civarlarına minikler gölgelerden, seslerden, yabancılardan, hayali varlıklardan korkmaya başlarlar.
Kaygı düzeyini arttırabilecek ve çocuğun yaşamını zorlaştırabilecek bazı etmenler vardır.
Anne-babanın kaygı düzeyinin yüksek olması:
Eğer durmadan çocuğunuza bir zarar geleceğinden, mikrop kapacağından korkuyor, ona aşırı müdahale edip gereğinden fazla korumaya çalışıyorsanız çocuğunuz bu hayatta başının dertte olduğuna inanır ve siz olmadan hareket dahi edemeyen kaygılı bir çocuğa dönüşür. Bağımlılık, obsesiflik ve aşırı kaygılı olma durumu bulaşıcıdır ve sizden çocuğunuza geçer.
Ani ses yükselmesi:
Pek çok kekemelik, tırnak yeme, alt ıslata gibi kaygı bazlı sorunların başlangıcı ya da arttırıcı unsuru olarak ev içi sözel-fiziksel şiddet öne çıkmaktadır. Çocuğunuzu uyarmak için dahi aniden ses yükseltmemelisiniz. Tutarlı ve kararlı bir ses tonu bağırmaktan daha etkili ve zararsızdır.
Çocuğu korkutmak:
“Bak amca sana iğne yapacak, kızacak. Yemeğini bitirmezsen kediler yiyecek. Öcüler geliyor.” gibi kısa süreli işe yarayan cümleler uzun vadede çocukta hasar bırakır. Otorite korkusu, özgüven eksikliği, gece korkuları da bu tür ifadelerle artar.

Tehdit etmek:
“Bıktım, seni bırakırım, senin annen olmam, hasta olurum” gibi cümlelerle çocuğun davranışını ona göstermeye çalışmak hiçbir işe yaramaz. Aksine davranışı geri planda kalır çünkü o çoktan sizi kaybedeceğinden korkmaya başlamıştır bile… Ayrılık kaygısı, terk edilme korkusu da okula gitmeme, anneden bir adım bile ayrılmama gibi yoğun kaygıları doğurabilir.
Anne-babadan sık ve fazla ayrı kalma:
Özellikle 0-2 yaş döneminde anne ve babadan günlerce ayrı kalmak ve bunun sıkça tekrarlanması çocuğun, güven objesine ve genele yayarak hayata güven duymasını engeller. Sürekli olarak yalnız bırakıldığına ve bırakılacağına inanır.
Çocuklarımızın kaygı düzeyini arttırmamak adına onların bireyselleşmelerini desteklemeliyiz. Küçük yaşlardan itibaren sorumluluklar vererek, aşırı korumadan, farklı ortamlara sokarak, hayatı tanımasını sağlayarak, psikolojik olarak iyi bir temel oluşturmalıyız.
Mutlu günler diliyorum.

gyksu_telmay_1
Psiko Yorum
Göksu Telmac

Çoğunlukla boşanma problemleri aile bütünlüğünün bozulmasına ve değişmesine neden olmaktadır. Çocuk için anne ve babasının boşanması kaygı içeren bir durum olmaktadır. Bu kaygının üzerine eğer anne ve babada da meydana gelen olumsuz düşünceler, duygu veya düşünceleri de eklenince çocuk daha fazla panik yaşamaktadır. Ayrıca çocuğun duygusal, sosyal gelişimlerini de büyük ölçüde etkilemektedir. Anne ve babanın arasında yaşadıkları pek çok problemden dolayı çocuk büyük endişe duyduğu gibi acaba ben ne olacağım sorusu daha çok kaygı duymasına neden olacaktır.

Çocuk genel olarak anne ve babasının bu davranışına pek anlam veremez.
Derslerini de çok kötü derecede etkilemektedir. Genellikle çocuğun aklı sürekli anne ve babasında olduğu için kendini derse istediği gibi veremez.

Çocuğun boşanma aşamasındaki sorunu ile tek başına mücadele etme durumu arkadaşları ile ilişkilerinin bozulmasına sebep olmaktadır. Ayrıca anne ve babasının boşanma problemi yalnızca kendi başına geldiğini düşünmektedir.

Çocukta büyük derecede duygusal çöküntüler ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle anne veya baba çocuğunun bu durumunu fark ettiği zaman psikologa başvurmaktadır. Tabii ki psikolog daha çok çocuğun duygu ve düşüncelerinin üzerinde çalışır.
Ama aslında üzerinde durulması gereken konu anne ve babanın tutumudur. Bu nedenle pek çok çocuk anne ve babasının boşanma aşamasında psikolojik olarak çok etkilenmektedir. Bazı zamanlar çocuk anne babasının boşanma aşamasında iken psikolojik olarak dışa vurduğu bazı olumsuz davranışları vardır. Örneğin; aşırı hırçınlık ve saldırgan davranışları ortaya çıkmaktadır.

bosanma_davalarinda_dusus_2 Genel olarak duygu ve düşüncelerini başka biri ile paylaşamadığı için bu davranışlar ile dışa vurmaktadır. Çocuk özellikle söylenen hiçbir şeyi yapmaz ve anne babasından intikam almak için her türlü konuda sorunlar çıkarmaya başlar.

Bebeğinizin Zekasını Nasıl Geliştirebilirsiniz:

Genel olarak bebeklerin zekâ gelişimlerini desteklemek 0-1 yaşı arasında büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle uzmanlara göre bu dönemde bebeğin zekâ gelişimine destek için anne ve babaya büyük rol düşmektedir. Özellikle ebeveynin bebeği ile konuşması, onu güldürmesi, şarkılar söylemesi, onun için kitap okuması; çoğunlukla bebeğin öğrenme becerisinde ve gelişimi için çok büyük katkı sağlamaktadır.
Anne ve babalara bebeğinizin zekâsını geliştirmek için püf noktalar;
Bebeğiniz ile göz teması kurun: yeni doğmuş bebekler kısa zaman içersinde yüzleri birbirinden ayırt ederler ve annenin yüzünü bebek için çok önemlidir. Bebeğin anneye her bakışında belleği biraz daha oluşmaya devam eder.
Bebeğiniz ile uzun konuşmalar yapın: annenin bebeğin karşısında konuşması yalnızca alabileceğiniz boş bir bakıştır. Ancak konuşmalarınıza mutlaka kısa aralar verin, bebek annenin konuşma ritmini anlamaya başlar. Artık bebeğin anne konuşurken bakışları boş olmayacaktır.
Bebeğinize mutlaka anne sütü verin: özellikle anne sütü ile beslenen bebeklerde IQ’ları daha yüksek olduğu bilinmektedir. Anne bebeğini emzirirken onunla konuşmayı, şarkılar söylemeyi ve saçlarını okşamayı kesinlikle ihmal etmemelidir.
Bebeğinize dil çıkarın: son yapılan araştırmalarda özellikle yeni doğan bebekler iki günlük iken çok basit yüz hareketlerini taklit edebildiğini göstermektedir. Bu hareketlerde bebeğin erken problem çözme yeteneğinin oluşmasına yardımcı olmaktadır.
Bebeğinize aynadan kendisini gösterin: ayna karşısında bebeğinizin kendisine bakmasını sağlayın. Bebeğiniz ilk baktığında kendisine değil başka bir bebeğe baktığını düşünebilir ancak kollarını hareket ettirdiğiniz de ve gülümsetmelere de bayılacaktır.
Bebeğinizin ayağını gıdıklayın: genellikle bebeklerdeki espri anlayışının gelişmesini sağlayan ayaklarını gıdıklamak ilk adım olmaktadır. Anne bebeğinin ayak parmaklarından başlayarak çenesine kadar “geliyor “veya” seni yakalayacağım” oyunları oynamayı ihmal etmeyin. Genel olarak bu oyunlar bebeğinizin olabilecekleri tahmin etme becerisini oluşturan ilk adımdır.
Bebeğinize mutlaka şarkı söyleyin: yapılan araştırmalarda bebeğin dinlemiş olduğu müziğin ritmi, matematik öğrenme yetisi ile bağlantılı olduğu ortaya konmaktadır. Anne günlük yaptığı işleri bebeğine müzik eşliğinde anlatmalıdır.
Bebeğinizin bez değiştirme süresini mümkün olduğunca iyi değerlendirin: bebeğin altını oldukça yavaş değiştirin ve rutininizi anlatmak için neler yaptığınızı bebeğinize sakin bir şekilde anlatın.
Bebeğiniz ile Ce-e oyunu oynayın: bebeğiniz ile saklanma ve bulma oyunlarının yardımı ile objelerin önce kaybolup daha sonra geri geleceğini anlamasına yardımcı olur.
Bebeğinize değişik komik suratlar yapın: bebek annenin burnuna dokunduğunda bip sesi çıkarın, kafanıza vurduğunda ise değişik sesler çıkarın ve bu çıkardığınız sesleri 3-4 kez tekrarlayın.
Bebeğin kendi yemeği ile oynamasına izin verin: bebek hazır olduğunda yeni yemek tatlarını elleri ile yemesine izin verin.
Çevredeki her şeyi sayın: bebeğin el ve ayak parmaklarını, hatta oyuncakları bile sayın.images (1)

Bağımlılık

Bir maddenin belirgin bir etkiyi elde etmek için alınması sürecinde ortaya çıkan bedensel, ruhsal ya da sosyal sorunlara rağmen madde alımının devam etmesi; bırakma isteğine rağmen bırakılamaması, aynı etkiyi elde edebilmek için giderek madde miktarının artırılması ve maddeyi alma isteğinin durdurulamaması durumudur.

Madde ve Sanal Alışkanlıkların Beyin Üzerindeki Etkisi

Maddeler kimyevi uyarıcılardır. Sanal alışkanlıklar beyinde iç kimyevi madde salgılatarak, madde kullanımıyla aynı etkiyi sağlar. Beynin iletişim sisteminin içine girerek çalışır ve sinir hücrelerinin bilgiyi iletme, alma ve işleme tarzına müdahale eder.

Madde Kullanan Kişilerde İpucu Olabilecek Belirtiler

-Bulantı, gözlerde kanlanma

-Yeme bozuklukları, kilo kaybı

-Giysilerde ve nefeste madde kokusu

-Halsizlik, yorgunluk, dikkat eksikliği

-Aile ve sosyal çevre ile ilişkilerin zayıflaması

-Huzursuzluk, evde daha az vakit geçirme, yalnız kalma isteği

-Duygu durum bozuklukları

-Aşırı para harcama

-Uyku durumunda değişiklik

-Okul ve iş başarısında düşme

Bağımlılığın Nedenleri

-Biyolojik nedenler

-Sosyo-ekonomik sebepler

-Bireysel faktörler

Biyolojik Nedenler:

-Genetik yatkınlık (Alkol bağımlılarının çocuklarının da bağımlı olma riski diğerlerine göre 4 – 5 kat daha fazladır.)

-Maddenin pozitif pekiştirici etkisi (Maddenin verdiği keyif, kişide maddeyi tekrar kullanma isteği uyandırabilir.)

-Tolerans gelişimi (Maddenin kişide yarattığı etki azaldıkça doz arttırılmaya başlanır.)

-Maddeyi kullanmak için duyulan istek (içsel dürtüler)

Sosyo – Ekonomik Sebepler:

-Stresli aile hayatı veya disiplinsiz aile ortamı

-Arkadaş çevresi

-Bağımlı ile aynı ortamda yaşamak

-Alkol veya maddenin “kişiyi cesaretlendirdiği” düşüncesi

-“Bir kereden bir şey olmaz” düşüncesi

-Yetersiz bilgilendirme

Bireysel Faktörler:

-Özgüven eksikliği

-Heyecan arayışı

-Kendini ispatlama düşüncesi

-Toplum dışına itilmek

– Kişilik bozuklukları