Bipolar bozukluk nedir, nedenleri nelerdir?

İki uçlu duygulanım bozukluğu olarakta bilinen bipolar afektif bozukluk, riskli davranışlar nedeniyle hem ilişkilere hem de kariyere zarar veren , tedavisi yapılmazsa intihara bile yol açan ciddi ruhsal bir hastalıktır. Maniden depresyona kadar uzanan ruh halindeki aşırı değişiklikler olarak tanımlanır. Bu değişimler arasında kişinin normal ruh halinde olduğu dönemler olabilir. “Manik” terimi enerjik, aşırı hareketli, konuşkan, umursamaz, tehlikenin üzerine giden, öforik bir dönemi ifade eder. Bu dönemde yükseklerde uçan ruh hali birden karışık, karamsar, içine kapanık bir ruh haline dönüşebilir. Bu dönemde depresyon dönemidir ve üzüntü, ağlama, isteksizlik, zevk alamama, uyku problemleri ortaya çıkabilir. Maniden depresyona uzanan bu yükselme ve alçalmalar her insanda değişiklik gösterdiğinden, bu bozukluk teşhis edilmesi zor bir rahatsızlıktır.

Kimler bipolar bozukluğa yakalanabilir?

Genelde 15-24 yaş arası görülür ve sıklıkla yaşam boyu devam eder. Her yaşta görülebilir fakat en çok 20’li yaşların başında başlar. Kadın ve erkekler arasında görülme sıklığı açısından fark yoktur. Her 100 kişiden 1-2’sinde görülür.

Genetik midir?

Sadece genetik tüm hastalığı açıklayamamaktadır.

Akrabalardan hiçbirinde yoksa görülme olasılığı: %1-2

1.derece akrabalarda varsa(anne-baba-kardeş) görülme sıklığı: %7-8

Tek yumurta ikizinde varsa diğerinde görülme olasılığı: % 45-60

Dönemleri:

 Mani dönemi:  Genelde aniden başlar ve 2 hafta ile 4-5 ay arasında sürebilir. Belirtileri: Fiziksel aktivite artışı, çabuk sinirlenme, öfkelilik, özgüvende artış, girişkenlik ve insanlarla temas düzeyinde artma, amaca yönelik aktivitelerde artış,muhakemede bozulma,aşırı para harcama,uyku ihtiyacında azalma, hızlı konuşma ve çok konuşma,riskli davranışlarda artış,cinsel dürtülerde artış,dikkatin çabuk dağılması,hezeyan denilen değiştirilemeyen yanlış inanışlar ve/veya halüsinasyon.

Hipomani dönemi: Bu dönem mani döneminin daha hafifidir, gözden kaçabilir. Atak döneminde şunların bir arada bulunması gerekir: Özgüvende aşırı artış, uyku ihtiyacında azalma, dikkat dağınıklığı, fiziksel ve zihinsel aktivitede aşırı artış, kötü sonuçlar doğurabilecek aktiviteler içine girme.

Depresyon dönemi: Depresif nöbetler daha uzun sürebilir. Belirtiler: Dikkatin azalması, özgüven azalması, suçluluk ve değersizlik düşünceleri, geleceğe dair karamsarlık, kendine zarar verme ve intihar düşünceleri, halsizlik, uyku bozuklukları, iştahsızlık, iç sıkıntısı, içe kapanma,ağrı, adet düzensizliği gibi bedensel yakınmalar.

Karma dönem: Gün içinde hem mani hem depresyon belirtilerinin yaşanmasıdır. Bazı hastalar bu dönemlerin tümüyle karşılaşırken bazıları sadece manik dönem veya depresyon ve hipomani dönemleri yaşayabilir.

 

Tedavisi:

Bipolar bozukluğun semptomlarını tümüyle kontrol altına almak için sadece ilaç tedavisi yeterli olmaz. Bu bozukluğun en etkili tedavi stratejisi ilaç tedavisi ve psikoterapinin beraber yürütülmesidir. Tedavide ilaç ve psikoterapinin birlikteliği önemlidir. Psikoterapi bireysel olarak hastaya, ailesine ve grup olarak tümüne uygulamayı kapsar. Davranışçı psikoterapi yaklaşımı ile belirtilerle nasıl başa çıkılacağı ve yeni hastalık döneminde ortaya çıkabilecek streslerle başa çıkma yöntemleri çalışılır. Bilişsel psikoterapi ile mani ve depresyon dönemlerindeki ortaya çıkan çarpık düşünceler ve inançlar tanımlanır ve bunlara karşı koyma üzerine çalışılır.

 

 

 

İnsanların fiziksel rahatsızlıkları olduğu gibi ruhsal rahatsızlıkları da vardır. Fiziksel rahatsızlıklar kolay fark edilip önlemi hızla alınmaktadır. Fakat ruhsal rahatsızlıklar çok sinsi ilerlemektedir. Büyüdüğümüz çevre, ait olduğumuz sosyal grup, aile ve arkadaşlarımız bile bazen bu rahatsızlıkları fark edememekte, çoğu zaman fark etseler bile tolere etmektedirler. Bizler de bazen kendimizde fark ettiğimiz sıkıntıları, bozuklukları, çelişkileri savunma mekanizmamızı çalıştırarak  yerlerine işlevsel olmayan başka davranış, düşünce ve tutumları koyarız. Fakat bu zamanla zarar verici bir duruma dönüşebilmektedir.

Mutlu hissetmek zihnin, bedenin bir denge kurmasıyla mümkündür. Günümüz dünyasında, şehrin kalabalığında birçok stresörle karşılaşan insan duygularını, düşüncelerini kontrol edemez duruma gelebilir. Bu da duygu ve düşünce dünyasındaki dengeyi bozup, gerçekle olan bağlantısını kesebilir. Böyle zamanlarda insanların bir psikoloğa başvurması birçok düşünceyi beraberinde getirir. “Ben deli miyim?” “Kendi sorunumu kendim çözebilirim.” “Bu kadar zayıf bir insan mıyım?” “Çevrem buna ne der?” . Bütün bu kendimize sorulan sorular sosyal çevrenin, ailenin ve arkadaşların bizi yadırgayacağından, yargılayacağından ve etiketleyeceğinden korkmamızdan dolayı ortaya çıkar. Fakat bir psikolog sizi çevrenizin yaptığı gibi hiçbir zaman yargılamayacak, etiketlemeyecek ve suçlamayacaktır. Hayatınızda olumsuz yönde etkileyen düşünce, davranış ve tutumları birlikte saptayıp, bunların yerlerine sizi daha iyi hissettiren düşüncelerle hayata devam etmenizi sağlayacaksanız. Başedemedğiniz duygu ve düşüncelere karşı alternatifler geliştirmenin, zihninizi yönetmenin, kontrol etmenin formulasyonunu öğreneceksiniz. Hatta yargılayıcı çevreyle mücadele etmek için işlevsel tutumlar kazanacak üstelik bunu psikolog değil SİZ yapacaksınız. Psikolog sadece bir uzman görüşü olarak bu yolların kapısını size açacak ve bu yolda ilerlemek size kalacaktır.

Çoğu zaman kişi bir yardım almak yerine en yakınıyla iletişime geçmeyi yeğler. Fakat duygusal ilişki kurduğumuz hiçbir kişi (arkadaş, eş, aile, sevgili) davranış, duygu ve düşüncelerimize karşı objektif yaklaşamamaktadır. Geçici olarak iyi hissetmemizi sağlamakta fakat ileriye dönük çözümlerde yetersiz kalmaktadırlar. Bir uzmana danışmak sahip olunan sorunu tartışmak değil soruna çözüm bulup alternatifler üretmektir. Bundan sonraki hayatınızda tekrar tekrar karşılaştığınız problemlerle baş etme yetisi kazanmaktır.

 

 

Ruh sağlığınızı önemseyin. Unutmayın sağlıklı bir ruha sahip olmak kaliteli bir yaşamın temel ölçütüdür.

         Depresyon nedir?

Depresyon nedirDepresyon, kişinin kendini mutsuz, isteksiz, halsiz vb. hissettiği bir hastalıktır. Depresyonda olan kişiler eskiden yaparken keyif aldıkları etkinliklerden bu dönemde keyif almazlar ve bu etkinliklere genellikle eskisi kadar ilgi duymazlar. Her insan kimi zaman kendini üzgün ve mutsuz hissedebilir. Bu depresyonun göstergesi değildir. Depresyon kriterlerinin en az iki hafta boyunca hemen her gün yaşanması gerekir.

        Depresyon’un var olduğu nasıl anlaşılır?

En az birisi ‘’depresif duygudurum’’ veya ‘’ilgi kaybı’’ olmak üzere aşağıdakilerden en az beşinin iki hafta süresince hemen her gün var olması kişide depresyonun var olduğunu gösterir.

Depresyon1) Depresif duygudurum

2) İlgi kaybı

3) Uyku bozukluğu (az uyumak veya çok uyumak)

4) İştah, kilo değişikliği

5) Halsizlik, enerji kaybı

6) Psikomotor retardasyon- ajitasyon

7) Değersizlik, kararsızlık suçluluk hisleri

8) Dikkat toplamada güçlük, unutkanlık

9) Ölüm ve intihar düşünceleri

Depresyonun tedavisi neden önemli?

          •   Depresyon, insanlığa en çok yük getiren 4. hastalıktır.

          •   2020 yılında 2. sıraya yükselecek

          •   Bütün kadınların % 25’i, erkeklerin ise % 12’si yaşamları boyunca en az bir kez depresyona girecekler.

          •   Depresyona girenlerin  % 50’si tekrar ikinci bir atak geçirir.

          •   İki atak geçirenlerin 3. atak geçirme olasılığı % 70’dir.

          •   Üç atak geçirenlerin 4. bir atak geçirme olasılığı % 90’dır. Her bir atak müdahale edilmezse ortalama 5-6 ay sürer.

          •   Depresyondaki kişilerin % 15’inde intihar etme eğilimi vardır.

       Depresyondaki temel Nörotransmitterler ve etkileri?

Dopamin, noradrenalin ve serotonin depresyondaki temel nörotransmitterlerdir. Bu nörotransmitterlerin beyinde azalması kişiyi etkiler.

·         Dopamin yetersizliği haz almada yetersizliğe, motivasyon azlığına, apatiye, dikkatte azalmaya ve bilişsel yavaşlamaya sebep olur.

·         Noradrenalin yetersizliği depreşe duyguduruma, dikkatte bozulmaya, psikomotor yavaşlamaya, yorgunluğa, konsantrasyon güçlüğüne, işlem belleğinde bozulmaya ve bilgi işleme süreçlerinde yavaşlamaya neden olur.

·         Serotonin yetersizliğinde çökkün duygudurum, obsesyon ve kompulsiyon, anksiyete, panik, fobi, yeme açlğı ve bulimia görülür.

 

 

Bilişsel Davranışçı Terapi; düşünce, duygu ve davranış etkileşimine odaklanmakta ve ruhsal rahatsızlık zincirinin en kritik bileşenleri olan düşünce ve davranışların yeniden yapılandırılmasını sağlayarak duygu değişimi ve ruhsal rahatsızlığın çözümlenmesini hedeflemektedir.

Bilişsel Davranışçı Terapi; süresi, ortak psikoterapi hedefleri, formulasyon ve tedavi planı ile belirlenen yapılandırılmış seanslardan oluşmaktadır. Pratik ve problem çözme odaklıdır. Psikolog ve danışanın terapötik ittifak ve ilişkisi zemininde ortak hedefler belirlenmekte ve somut ölçme-değerlendirme yöntemleri ile değişim süreci izlenmektedir.

Ruhsal sıkıntılar neden ve nasıl ortaya çıkar?

Bilişsel Davranışçı Terapiye göre, insanın kendisi ve çevresini algılamasını ve yorumlamalarını belirleyen, bilişsel yapıda yer alan beklenti ve inançları çarpıksa, yani gerçeği olduğu gibi yansıtmıyorsa veya işlevsel değilse kişi sorunlar yaşamaya başlar. Yaşanan sorunlar, geniş ölçüde yanlış sayıtlılar, inançlar, düşünceler ve kurallara bağlı olarak ortaya çıkan eksik veya hatalı değerlendirmelerle gerçekliğin çarpıtmasına bağlıdır. Yani kişileri rahatsız eden duygusal sıkıntılar, doğrudan olayların ve yaşananların kendisinden değil bunların algılanma ve değerlendirme biçiminden kaynaklanır.  Ruhsal sıkıntılara ve davranış sorunlarına yol açan düşünceler, bilgi işleme sürecindeki yanlılıkların, kör noktaların veya bilişsel eksikliklerin sonucu olarak kişinin karşısına çıkmakta ve psikoterapi ortamında bu düşünce hataları ile bilişsel disfonksiyonun onarımı hedeflenmektedir.

Bilişsel Davranışçı Terapi geçmişe mi odaklıdır?

Bilişsel Davranışçı Terapilerde, kişinin erken dönem yaşantılarının bugüne ve inançlarına etkisi anlaşılmak üzere ele alınmakla birlikte şimdi ve burada odaklı çalışmakta. Mevcut problem alanları, hatta terapi odasında yaşananlar terapi malzemesi olarak değerlendirilmekte ve süreç ‘’an’’ üzerinden ilerlemekte olup, psikolog-danışan ilişkisi birincil derecede önem taşımaktadır. Bilimsel verilere göre, doğru kurulan terapötik ilişki biçiminin başlı başına tedavide önemli derecede yapıcı bir etkisi vardır.

Bilişsel Davranışçı Terapi’nin amacı nedir?

Bilişsel Davranışçı Terapide; duygu, davranış ve düşünceler arasındaki bağlantıları saptamaya çalışarak, bireyin yaşantılarını daha gerçeğe uygun ve işlevsel biçimde yorumlamasını sağlayacak olan bilişsel halkayı, yeniden yapılandırmaya çalışır. Sorun doğuran anlamlandırma ve yorumlama biçimlerinin yerine, gerçeklikle daha uyumlu ve işlevsel olanları geliştirmek hedeflenir. Bu şekilde kişide mental esneklik, alternatif düşünme biçimi, davranış ve duygu düzenleme oluşumu sağlanmaya çalışılmakta, bu değişim ile kişinin yaşantısı, çevresi ve kendisi ile ilgili algılamalarını geri besleyen ve kendini büyüten bir olumlu yapılandırma ve gelişim döngüsüne girmesi hedeflendirmektedir. Bu amaçla, Bilişsel Davranışçı Terapilerde, kişinin düşünce ve davranış yapılandırması ile birlikte başa çıkma stratejileri, güvenlik ve kaçınma davranışları, problem çözme ve iletişim becerileri de ele alınır.

Aile Terapisi

      Aile terapileri bir takım temel varsayımlara dayanır. Terapi sürecinde, insan sorunlarının nasıl oluştuğu ve nasıl aşılabileceğine dair psikolojik kuramlara dayanan çeşitli müdahale teknikleri kullanılır. Birbirine benzer ve farklı temelleri ve teknikleri olan birden fazla aile terapisi yöntemi vardır. Aile terapisi alanında çok sayıda ekol olmakla birlikte bu ekollerin ortak noktası şudur; aile ile birey arasındaki ilişki ve etkileşimler ele alınır. Terapide aile üyelerinin arasındaki iletişim sürecine odaklanılır.

Aile Terapisinde amaç nedir?

      Aile terapisinde genel amaç; aile üyelerinin birbirlerini daha iyi anlaması ve aile içindeki çatışmaların çözümlenmesidir. Yaşanan sorunun tüm aile fertlerinin tarafından bilinmesi, anlaşılması sağlanır. Ailedeki bireylerin iletişim kurma ve problem çözme becerilerinin arttırılması hedeflenir.

Aile Terapisi ne değildir?

      Aile terapisi, terapistin aile bireylerini bir araya toplayıp onlara nasihatler ve tavsiyeler verdiği toplantılar değildir.

Aile Terapisi hangi alanlarda kullanılır?

·         Bireydeki psikolojik bir problemin veya psikiyatrik bozukluğun oluşumunu anlamak ve tedavisini yürütmekte kullanılan yöntemlerin aile fertleri tarafından bilinip desteklenmesi için kullanılır. Buna ek olarak, Bireyin sorununu çözmek için ailedeki ilişkilerin dinamiklerinin anlaşılması ve düzeltilmesi amaçlanır.

·         Aile üyeleri arasındaki ilişkilerde yaşanan çatışma ve problemlilerin ele alınıp düzeltilmeye çalışıldığı terapilerdir. Aile tedavilerinde tüm aile sisteminin üzerinde durulur.

Aile Terapisi ne kadar sürer?

 

      Aile terapilerinde görüşmeler düzenli aralıklarla tekrarlanır ve terapi belirli bir süreci kapsar. Sürecin ne kadar zamanda tamamlanacağını önceden belirlemek mümkün değildir çünkü yaşanan sorunlara, sorunların türüne, şiddetine ve kişilerin değişme hızına göre terapi süresi değişebilir.

anne-ve-cocuk-iliskisi

Bebekler ve küçük çocuklar yanlarında bir destekçiye ihtiyaç duyar ve dayanak ararlar. Güçlü bir ego için içselleştirdiğimiz bir anne-baba simgesi olması gerekir. Anne eğer ‘orada var olmamışsa’ kırılganlık hali fazla olabilir. Annenin duygusal olarak var olmayışının yanında fiziksel olarak da var olmayışının bir çok nedeni olabilir. Fakat fiziksel olarak var olmayan anne, zaten duygusal olarak da var olamaz.

Anne çocuğun merkezindedir ve bebek çok yoğun bir şekilde annenin dünyasında yer almak ister. Eğer çocuk, annenin dünyasında var olamadığını hissederse, yıkıma uğrar. Bazen çocuk annenin uzaklaşmasından, kendini sorumlu tutar ve “fazlalığım” diye düşünebilir. Bu sebeple çocuğun, annesinin zihninde var olması, çocuğun bunu hissedebilmesi çok önemlidir. Bunu hissetmediği takdirde bazı patolojik durumlar oluşabilir: depresyon gibi. Örneğin depresyonda olan bireylerin “içimde bir boşluk var” tabirini kullanması içselleştirdiği “ölü anne”yi anlatmaktadır.

Anne yoksa “benlik” de yoktur. Annemizle olan ilişkimiz bir çocuk olarak kendi benliğimizi nasıl algılayacağımız üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Benlik ve anne algıları hayatımızdaki önemli kavramlardır. Bunlar olmadan kendimizi bağlanmamış, kayıp ve yersiz hissedebiliriz.

Destek boşluğu…

Çabalarımız başarısızlığı uğradığında, bize destek olacak kimsemiz yoksa bu destek eksikliği özgüvenimizin tam olarak gelişmeyeceği anlamına gelir. Bir parçamız eksikmiş gibi hissederiz.

Güven eksikliği nedeniyle kendimizi suçlayıp, neden başkaları gibi ileriye atılamadığımızı merak etmektense, büyürken ne kadar desteklenmiş olduğunuza bakıp ona göre düşünmek daha çok yardımcı olacaktır. Aslında anne ve babalarımızda onların anne-babalarından destek almamış oldukları için bizleri desteklemede başarısız olurlar. Bilinçli olarak bunun farkında olup karar verebilirsek, bu zinciri kırabiliriz.

 

 

 

aile-egitimiAile kavramının birçok olay örgüsünde önemli bir yeri vardır. Çocuklar kişilik gelişimlerini ailede almaya başlar ve ilerleyen zamanlarda farklı çevresel faktörlerle tamamlarlar. Burada en büyük rol ailenindir. Çocuk ile iletişim kurarken ailenin bazı olumsuz tutum ve davranışları ileride çocuk için problem yaratabilir.

Bu tutum ve davranış hatalarının bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
– Çocuğun başarılı kısımlarını desteklemekten çok, başarısızlara odaklanmak
– İltifat ve güven verici sorular sormak ve ya cevap vermek yerine, heves kırıcı şekilde sorular sormak ve ya cevaplar vermek
– Geçmişteki olumsuz davranışlara odaklanıp geçmişte takılı kalmak ve ileriyi görmeyi engellemek
– Çocuğun güçlü özelliklerine değil, zayıf yönlerine odaklanmak
– Bir şey anlatırken daha onarıcı bir dil kullanmak yerine, yıkıcı bir dil kullanmaları
Bunlar aile içi iletişimde meydana gelen ve sık rastladığımız tutum ve davranışlardır. Çözüm odaklı yaklaşım bu tutum ve davranışları ele alırken sorunun kaynağına değil, çözümüne odaklanır. Çocuklarla problemini yüzüne vuracak şekilde konuşursak, bu onlarda kırgınlık öfke veya agresyon yaratabilir. Daha mutluluk ve güven verici şekilde konuşmak hem onları rahatlatacak hem de iletişiminizi güçlendirecektir.
Çocuk için aile, bir çeşit modeldir. Birçok becerilerimizin aile içinde kazanıldığını düşünürsek, çocuk ailedeki birçok davranışı anne ve ya babasından model olarak alacak ve aynı şekilde size yansıtacaktır. Yani sizin konuşma tarzınızın, olaylara bakış açınızın ve verdiğiniz tepkilerinizin, ileride çocuğunuz tarafından size geri dönüşü olabileceğinden yukarıda belirttiğim hataları daha aza indirip tam tersi şekilde davranmaya özen gösterebilirsek, aile içi iletişim daha sağlıklı olacaktır.

 

Çocuklarda öfke durumunda görülen tepinme davranışı, engellenmeye karşı çıkmadaki reaksiyonlarının bağırma, çığlık atma, vurma, atma veya başını çarpma olduğu ufak çocukların sergilediği ‘korkunç ikili’ şeklindeki bir özelliktir. Bu durum çocuk psikolojisinin önemli konularındandır ve genellikle 15 ile 18. Aylar arasında başlar ve sıklıkla 3-4 yaşlara kadar devam eder ki üç yaş çocuklarında oldukça sıktır. Çocukların benmerkezci yani dünyayı onların tüm ihtiyaçlarının anında karşılanması gereken bir yer gibi gördükleri çağlarda, nöbetler çok daha fazla görülür. Nöbetler daha çok çocuk yorgun veya sıkılmış ise ortaya çıkar. Eğer istedikleri şey gerçekleşmezse bu onlar için bir felaket olur ve çığlık atabilir, yerinde tepinebilir, bağırabilir ve yatıştırılamayacak derecede ağlamaya başlayabilirler. Ebeveynler tarafından çatışmadan kaçma ve uzlaşmayı sağlamak açısından istemeyerek de olsa bu nöbetler ödüllendirildiğinde çocuklarda isteklerini yerine getirme ile bu nöbetler pekişmiş olur ve çocuk isteklerinin yerine gelmesi için bu davranışı sergilemeye başlar.
Çocukların yaşadıkları öfke nöbetlerinde dikkat edilmesi gereken hususlardan bir tanesi de nefes tutmadır. Özellikle 24 – 36 aylar arasındaki çocuklar çok öfkelendikleri zaman nefeslerini tutabilir, bazen suratı mosmor olana kadar veya kendilerinden geçene kadar bunu yapabilirler. Bu tip davranışlar bu yaşlardaki çocuklar için normaldir ancak nefes tutma aşırı boyutlara varılırsa bir çocuk psikoloğundan yardım almak gerekebilir.
Ailelerin pek çoğunun öfkeli çocuklarına nasıl davranmaları gerektiği konusunda sıkıntı yaşadıkları görülebilmektedir. Çocuklardaki öfke davranışı sırasında;
• Bu durumun bu yaş çocukları için çok normal olduğunu ve hemen hemen pek çok çocukta bu tip davranışların olduğu unutulmamalıdır,
• Görmezlikten gelinebilecek gibi olanı görmezlikten gelerek çocuk yalnız bırakılmalı,
• Nöbetlere neden olabilecek eylemlerden mümkün olduğu kadar kaçınılmalı,
• Eğer çocuk stres yüzünden böyle yapıyorsa bu strese neden olan etmenler azaltılmalı,
• Krize girdi diye çocuğa daha fazla ilgi gösterilmemeli,
• Ona bu öfke davranışına son vermesi söylenmeli, bu nöbetle daha kötüleşmeden dikkatini dağıtmaya çalışmalı,
• Öfke krizi yaşamadığı zamanlarda onla ilgi ve sevgi göstermeli,
• Çocuğa bu nöbet esnasında öfkelenmeye hakkı olduğunu ama bu yüzden anne baba olarak fikirlerin değiştirilemeyeceği ve öfke nöbeti sona erdiğinde onun yanında olunacağı söylenmelidir.
Bu konuda son olarak tekrar edilmesi gereken nokta, çocukların öfke davranışını pekiştirecek hareketlerden, onun öfkesini ödüllendirecek davranışlardan mümkün olduğu kadar kaçınılması gerektiğidir. Aşırı durumlarda ve bu öfke ile baş edilemeyen durumlarda bir çocuk psikoloğuna başvurulması gerekir.

 

Haset ve kıskançlık çoğu zaman kavram olarak karıştırılmaktadır. Haset kendinde olmayanı veya bir başkasında olanı elde etme arzusu iken kıskançlık elde edilmiş olanı kaybetmeme isteğidir. Kıskançlık insanların tamamında, aynı zamanda hayvanlarda da görülen bir tepkidir. Kıskançlık;
o Öfke,
o Değersizlik,
o Mutsuzluk,
o Acı,
o Güvensizlik,
o Kaygı
o Aşağılık duygusu,
o Kaybetme korkusu,
o Hüzün gibi duygular yaşatır.

Bu duygular kişiyi derinden etkilemekte sürekli olarak rahatsız etmektedir. Kıskançlık bir sevgi ilişkisinde tehdit oluşturur. Genellikle var olan ilişkide, karşı tarafı kaybetmemek, ilişkiyi sürdürebilmek adına verilen içsel ve dışsal savaşlar sonucu meydana gelir. Kişi yaşadığı bu olumsuz duyguları çevresine hissettirebileceği gibi bazen de hiç kimseye hissettirmeden, kendi içinde yaşar. Sürekli olarak kendini başkalarıyla kıyaslar, bir rekabet hissi içinde bulur. Fakat bu duygu ve düşünceler kişiyi fizyolojik olarak da etkiler. Bu fizyolojik etkiler:
o Titreme,
o Yorgunluk, halsizlik,
o Aşırı terleme,
o Baş ağrısı,
o Hızlı soluk alıp verme,
o Mide krampları,
o Kas tutulmaları,
o Hızlı nabız,
o Uyuma güçlüğü,
o Uyku bozuklukları olarak kendini gösterir.

Kıskançlık duygusu doğuştan gelmeyen, sonradan öğrenilen bir duygudur. Dozunda olduğu sürece kıskançlık bir hastalık olarak tanımlanmaz. Bazı durumlarda ilişkiye faydası bile olabilir. Fakat dozunda olmadığı zaman tedavi edilmesi gereken bir hastalık haline dönüşür. Genellikle üçlü ilişkiler arasında yaşanır. Var olan bir ilişkiye üçüncü kişi dahil olduğunda, kıskançlık ortaya çıkar. Kaybolan ‘biriciklik’ duygusu en mutlu ilişkilerin bile sonunu hazırlar. Kıskançlık yaşayan bir çok kişi, ilişkiyi korumak ve geliştirmek yerine ilişkiyi tehdit eder hale gelmektedir. Karşı tarafa yapılan tehditler, zor kullanma, hakaret ve baskılar ilişkiyi çıkmaza sokmaktadır.
Kıskançlık duyguları tamamen kıyas ortamında gelişir. Toplumumuzda sıkça görülen, başkalarının çocuklarıyla kendi çocuklarını kıyaslayan, “Benim oğlum hiç ders çalışmıyor, karşı komşunun oğluna kitaptan başını kaldırmıyor.” gibi ifadelerle bunu çocuklarının olduğu ortamlarda da dile getirmekten çekinmeyen ebeveynler çocuklarda kıskançlık duygularını pekiştirmektedir. Erken yaşta öğrenilen bu kıyaslanma duygusu, ilişki ortamında da kendini gösterir. Kişi kendini özendiği kişi ile karşılaştırır, çoğunlukla başkalarının kendinden daha iyi, daha başarılı, daha güzel olduğunu düşünür. Bu düşünceler kendisini daha eksik, küçük düşmüş, çaresiz, çirkin hissetmesine sebebiyet verir. İlişkisinde karşı tarafın çevresindeki bireylerle sürekli olarak kendini kıyaslama eğilimine girer.
Kıskançlık sadece romantik ilişkilerde yaşanmaz. Öğretmeni tarafından takdir edilmek isteyen öğrenci, iş hayatında statüsünü bir üst kademeye taşımak isteyen kişi, yeni doğan kardeşini kıskanan çocuk, arkadaş çevresi tarafından en sevilen olmayı isteyen bireyde de kıskançlık duyguları yine meydana çıkacaktır. Bu durumların ortak özelliği bir rekabet ortamının söz konusu olması, kişinin ‘biriciklik’ duygusunu elde etmeye çalışmasıdır. Kişinin çevresi tarafından hissettiği sevgi, ilgi ve dikkat gibi duyguların başkalarının tehdidi altında kalması, sahip olduklarını kaybetme korkusu kıskançlık duygusunu oluşturur. Kıskançlıkta “O benim.” duygusu vardır. Sahip olunan kaybedildiğinde ise, “Benim olanı geri istiyorum.” rekabeti yaşanır.

turkiye-alzheimer-tehdidi-altinda-16217

Alzheimer beyin hücrelerinin ölümü ve beyin hacminin azalması ile karakterize olan fakat kesin olarak nedenleri bilinmeyen nörolojik bir hastalıktır. Klinik olarak incelendiğinde bu hastalık işlevsel düzeyde ilerleyici kötüleşme ile birlikte hafıza ile diğer entelektüel faaliyetlerde belirgin bozulma olarak karşımıza çıkar. Hastalığın ilerlemesi 5 ile 20 yıl (ortalama 7-8 yıl) sürebilir. En ileri evresinde ise bu hastalığa sahip bireylerin 24 saat bakıma ihtiyacı olabilir.

Alzheimer hastalığının maalesef tedavisi yoktur. Bu noktada hastaların günlük yaşam kalitesini düşüren unutkanlık ve ilişkili beceri kayıplarını geciktirmeyi hedefleyen bir tedavi yaklaşımı izlenir.

Hasta yakınları için öneriler şunlar olabilir:

İletişim: Konuşarak iletişim kurmak güç olduğu için, gülümseyerek, dokunarak ve ya kucaklayarak hastaya sevginizi gösterebilirsiniz.

Yardımcı hatırlatmalar ve notlar: Hastalığın erken evresinde, ne yapması gerektiğini, neler olup bittiğini ve oradaki insanların kimler olduğunu çeşitli şekillerde hatırlatmak yararlı olabilir. Kapıların üzerine konan işaretler, neyin nerede olduğunu ve nasıl kullanıldığını açıklayan etiketler hastanın zaman ve mekan bilincinin korunmasına yardımcı olabilir.

Beslenme: Yeni yiyecekler yerine, tanıdık yiyecekler hazırlanması ve yemek programının belirli bir düzende olması (her gün aynı saatte hazır olması gibi) hem hastanın zaman kavramını korumasına hem de sizin zamanınızı ve enerjinizi etkin bir şekilde kullanmanıza yardımcı olacaktır.

Hayata keyif katma: Hastayı yürüyüşe ve ya basit işler yapması konusunda teşvik edebilirsiniz. Günlük ev işleri veya eski hobileri, hastaya anlamlı bir şeyler yaptığı ve işe yaradığı hissi verecektir.

Saldırganlıkla başa çıkmak: Bu hastalar zaman zaman hırçın ve saldırgan olabilirler. Bu tepkiler, kendisini güvende hissetmemesi ve ya yeni sesler, olaylar ve insanlarla karşılaşması gibi birçok nedene bağlı olabilir. Hastayı sakinleştirmek için en etkili yol, önce kendinizi sakinleştirip yavaş hareketler ve güven verici bir ses tonuyla konuşmaktır.

 

Amaçsızca dolaşma ve uygunsuz ısrarlar: Hasta çevrede amaçsızca dolaşabilir. Bu davranışın sebepleri, hareketsiz kalamaması, ağrısız olması, dış uyarılar, karnının acıkması ve ya tuvalete gitmek istemesi olabilir. Günlük egzersizler, dışa vurulamayan enerjinin kontrol edilmesine yardımcı olabilir. Hasta olmadık zamanlarda olmadık isteklerde bulunup ısrarcı olabilir (gece yarısı dışarı çıkmak gibi). Bu durumlarda mümkün olduğu kadar zıtlaşmayıp, dikkatini başka bir konuya çekmeye çalışmak önemlidir.

sinav_kaygisi

Kaygı, bireyin dış ortama uyum çabasında yaşadığı korku, gerilim, sıkıntı gibi koruyucu tepkidir. Denetim dışına çıktığında bireyim yaşamsal işlevselliğini aksattığından problem halini alır.
Sınav kaygısı ise öğrencilerin yaşadığı, ders çalışmalarını planlayamama, ders çalışamama öğrendiklerini sınavda kullanamama, dikkatlerinin dağılması, bildiği konuları hatırlayamaması, mide bulantısı, terleme, baş ağrısı, uyku bozukluğu, gerginlik, sinirlilik, başaramayacağım, yapamayacağım düşünceleri gibi birçok fizyolojik, davranışsal, duygusal, zihinsel belirtileri olan kaygı durumudur.
Kaygının minimum düzeyde olması sınav hazırlık sürecinde motive edicidir. Ancak aşırı kaygı sınavların bireyin geleceği açısından çok önemli olduğu ülkemizde telafisi zor sonuçlara yol açabilmektedir.
Sınav kaygısının başlıca nedenleri şunlardır:
Zamanı etkin kullanamama ve hazır olamama; sınavdan önce yeterli hazırlık yapılmaması, son ana bırakılması, öğrenilmesi gereken konuların yetiştirilmemesi.
Fizyolojik ihtiyaçları karşılamamak; düzenli beslenmeme, düzenli uykunun olmaması.
Olumsuz düşünceler; öğrenilmiş çaresizlik, korku ve başarısız olma endişesi, başaramayacağım düşüncesi.
Anne baba tutumları; tutarsız, beklentisi yüksek, reddedici ve küçümseyici ebeveyn tutumları, kaygılı olan anne babanın farkında olmadan bu özelliklerini çocuğa aktarmaları gibi.
Sınav kaygısıyla baş etme:
Sınav kaygısını minimum düzeye çekmek ve aşırı kaygıdan kurtulmak için öncelikle bireye özgü olan kaygının nedenlerini iyi saptamak gerekir. Yüksek gerilim ve stres düzeyini azaltılması, olumsuz felaket düşüncelerinin değiştirilmesi, zamanın iyi planlanması, uygun olmayan çevre koşullarının iyileştirilmesi, daha önceki olumsuz sınav deneyimlerinin olumsuz etkisinin azaltılması, çalışma ve etkili öğrenme tekniklerinin kullanılması, dikkat eksikliklerinin giderilmesi, sınav sonucunun gerçekçi analizinin yapılması, sınav öncesi ve sonrası sonuçlarının ayrıştırılması gerekir.
Sınav kaygısıyla başa çıkmada kaygıyı bastırma yerine kaygıyı kabul etmek, tanımak ve kontrol altına almak gerekir. Sınav öncesinde iyi uyunmalı çünkü uykusuzluk dikkattin dağılmasına, hata yapma riskinin artmasına neden olur. Sınav öncesinde gevşeme egzersizleri yapılarak rahatlanabilir.
Anne babalar çocuklarının her sorununu çözmenin kendi görevleri olmadığı, bu yaklaşımın çocuğun sorun çözme becerisini, gücünü engellediğini bilmeleri gerekir. Çocuklarının hayatlarının sorumluluğunu kendilerinin alması gerektiği şeklindeki yaklaşım daha etkili bir destektir. Ailenin kendi sorunlarını çözmedeki yaklaşımları çocuğa model olabilir. Çocuktaki kaygının temel nedeni genelde çaresizlik, sürekli kontrol duygusudur. Bu konularda çocuğun kendini rahatça ifade etmesi sağlanmalıdır. Çocuğa sınavların kişiliği değerlendirmediği, sonucunda kazanmanın ya da kaybetmenin hayatın bir parçası olduğu anlatılmalıdır. Ebeveynler çocuğu bir başkasıyla kıyaslamamalı, onun olumsuz yönlerinden ziyade olumlu yönlerine vurgu yapmalıdır. Çevredeki olumsuz algı kaygıyı yükseltirken, güven verici bir ortam kaygıyı azaltmaktadır.
Sınav kaygısının bazı durumlarda otoriteyle çatışma gibi ciddi dinamik nedenleri olabilmektedir. Bu durumda mutlaka bir uzmandan destek alınmalıdır. Bireyin güven duygusunun artırılması, kendini önemli, başarılı ve değerli görmesi, rahatlıkla başarabileceği düşüncesinin verilmesi gerekir. Ayrıca bilinçaltına doğrudan ulaşılan hipnozla, etkili bir şekilde sınav kaygısı azaltılmakta ve rahatlatıcı, olumlu telkinler verilebilmektedir.

Dans ve Hareket Terapisi-Dans terapisi 1940’larda Marian Chase ile başlamıştır: “Dance for Communication”. Çok ağır psikotik hastalarla ve savaş sonrası dönemde ilaç sektörünün olmaması dolayısıyla travma yaşayan insanlarla dans terapileri yapan Marian, şuan ki grup dans terapilerinin temelini atmıştır.

Çocukken duygularımız daha yoğundur; sözcüklerden çok duygularımızla ifade ederiz bir çok şeyi. Dans ve sanat terapiside çocukluğa geri dönüş gibidir. Bedenimizle olan bütünlüğümüzün çocuklukta başladığını düşünürsek; annemiz bizi her ağladığında bir ritim eşliğinde sallar ve sakinleştirir. Bundan haz almaya başlarız. İlişkilerimizde bedenimiz sayesinde oluşur ve kişilik gelişimimize yansır. Çevresel etkileşimler sonucu hareket repertuarımızı genişletir ve içselleştiririz.

Yararlarından bazıları:

          Zihnin, bedende bütünlük bulması

          Diğerleri ile iletişim sağlaması

          Yaratıcı ifadeler sağlaması

          Beden hafızasını güçlendirmesi

          Bilinçaltımızı ortaya çıkarmamıza kanal sağlaması

Dans terapisinin altında yatan ilke, insanların dans ederken, duygularını ifade etmeleridir. Havaya öfke ile savrulan bir yumruk ya da utanç içinde boynunu bükme bir dans terapisti için derin bir anlama sahiptir. Dans terapisi yoluyla kişiler ağrılı, korku verici duygularını çok daha kolay ifade edebilir ve ilerleme sağlayabilir. Dans terapisini deneyimledikten sonra, duyguları hakkında daha özgürce konuşabilir kendileri ve diğer insanlar arasında kurdukları bariyerleri yıkabilirler. En sonunda psikolojik açıdan daha sağlıklı hayatlar sürdürebilecekleri umut edilir.

evll

Eşiniz hakkınızdaki küçük düşürücü yorumlarınız ve sözleriniz aranızdaki atmosferin kirlenmesine neden olur. Karşıdaki insanı zehirlemek, bazen kullanılan sözcüklerin çağrıştırdığı gizli anlamlarla da mümkün olur. Eşinizin çocuklarla oynadığını gördüğünüzde, ona görüyorum ki çocuklarla hoşça vakit geçiriyorsun diyebilirsiniz. Aynı sahneyi farklı bir gözle değerlendirip, ona görüyorum ki ortalığı dağıtıp mahvetmişiniz, bana yine iş çıkarıyorsunuz da diyebilirsiniz. Eğer kullandığımız sözcükler eşinizi yargılıyorsa yaptığınız yorumlar ilişkiyi zehirleyebilir.
Zehirli sözcükler ve yorumlar eşinizi kışkırtır ve birbirinizden uzaklaşmanıza neden olabilir. Zehir saçan yorumlar yapıldığı zaman, hakkında konuşulan kişi o anda yorumun kendisini inciten kısmını algılayıp, gerisini duymayacaktır bile. Düşünceli davranmak her zaman iyi sonuçlar doğurur. Şunu unutmamak gerekir eşler arasındaki ilişkiyi sürdürmeye yardımcı olan veya bozan aile içi konular(çocuk bakımı, para idaresi vs.) değil, daha çok bu hassas konuların eşler arasında nasıl tartışıldığıdır. İletişimi doğru bir şekilde kuramayan insanlar yalnızlıklarıyla, iç dünyalarında ki gerilimlerle baş başa yaşamak zorunda kalırlar. Eğer biraz daha dikkatli ve özenli olmayı denesek, söylemek istediğimiz şeyi karşımızda ki insanı incitmeden söylemenin bir yolunu mutlaka bulabiliriz. Düşünerek söylenmiş sözler ve yorumlar, tartışmanızı ima dolu sözlerle zehirlemeden de isteklerinizi ifade edebilir. Zehirli bir dil kullanmak, karşınızdaki insana iftira içerikli mesajlar göndermektir. Oysa, düşünerek konuşmak, hakaret etmeden duyarlı konularda vermek istediğiniz bilgiyi gereken kişiye verme sanatıdır. Düşünerek konuşursanız, sorunları tartışırken bir insan olarak eşinize gereken saygıyı göstermiş olursunuz. Unutmayın iyi niyetli olmak, sevgi dolu bir ilişki için ön koşuldur. Düşünerek konuşmak için, bir kişinin davranışlarını o kişiden soyutlamak gerekir.
Zaman zaman hepimiz hata yaparız, ancak her şeye karşın bir insan olarak hepimiz karşımızdaki insan tarafından kabul edilmeyi ve saygı görmeyi hak ederiz. Örneğin, eşinizin bugün eve işten gece yarısı gelmesinden hoşlanmasanız da, eşinizi bir insan olarak seversiniz. Onun yaptığı herhangi bir şey canınızı sıkmıştır sadece o kadar. Böyle hoşunuza gitmeyen bir durumla karşı karşıya kaldığınızda eyleme odaklanın, kişiye değil. Böylelikle, sorun olan konunun ayrıntılarına girebilirsiniz, hem de olumsuz bir dil kullanmadan, genelleme yapmadan ya da onun kişiliğine saldırmadan. Örneğin eşinin çok televizyon seyretmesinden yakınan birinin gereğinden çok televizyon izliyorsun, adeta bağımlısın demesi yerine yemekten yatana kadar televizyon seyrettiğin zaman kendimi çok yalnız hissediyorum, sohbet etmeyi ya da birlikte bir şeyler yapmayı tercih ederim demesi daha uygun olur. Böylelikle atmosfer gereksiz yere kirletilmemiş olur ve eşler arasındaki iletişim daha sağlıklı bir yola girer.
Birbirinizin sınırlarını ihlal etmekten kaçının. Eşinizin sınırlarını ihlal eden yorumlar onun kendisini savunmaya geçmesine neden olur, çünkü bu yorumlar onun sınırlarını aşmıştır. Eşinizi olumsuz bir şekilde yorumladığınız zaman, onun kendisini hemen savunmaya geçtiğini görürsünüz, çünkü onun benlik saygısına zarar vermişsinizdir. Bu tür zehirli sınır ihlalleri aynı zamanda kaygılı, öfkeli ve ters tepkilere neden olur. Örneğin bu kadar düşüncesiz olabileceğine inanamıyorum, bu hafta her gece eve geç geldin yerine kendimi ihmal edilmiş hissediyorum, bana daha çok ilgi gösterirsen çok sevinirim ifadesini kullanmak daha sağlıklı ve doyumlu bir ilişki için önem arz etmektedir.

intihar (1)

İntihar
Toplumsal açıdan önemli bir sorun olan intihar olgusu diğer bütün toplumsal olgulara göre farklı bir özelliğe sahiptir. Bütün toplumsal olguların temelinde insan yaşamını devam ettirebilme çabası vardır. Bir kişi, yaşamını devam ettirebilmek için basit bir hırsızlıktan tutun da diğer bir kişiyi öldürmeye kadar varan birçok eylemi yapabilmekte; kendisi için olumsuz olan şartları değiştirebilmek için elinden gelen tüm çabayı gösterebilmektedir. Fakat intihar eden bir kişi, tüm bu mücadele yollarını bırakarak, kendi yaşamına karşı bir eyleme girişmiştir. İşte intihar olgusunu diğer tüm olgulardan farklı kılan yön de budur: Kendi yaşamını devam ettirmeye çabalamamak…
İnsanlık tarihinin her döneminde görülen intihar olgusu, çağımızda gün geçtikçe artmakta ve önemli bir toplumsal sorun haline gelmektedir. Dünya Sağlık Örgütü, 2000 yılında tüm dünyada yaklaşık bir milyon kişinin intihar sonucu kendi yaşamlarına son verdiğini tahmin etmektedir. Bunun tüm dünyadaki ortalaması 100.000′de 16′dır. Bir başka deyişle her 40 saniyede 1 kişi intihar ederek ölürken her 3 saniyede 1 kişi de intihar girişimde bulunmaktadır. Yine Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, son 45 yılda tüm dünyada intihar oranları % 60 artmıştır. İntihar, günümüzde tüm ülkelerdeki ölümlerin ilk 10 nedeni arasında sayılırken; Amerika Birleşik Devletleri’nde 8. sırada yer almaktadır. Yine ABD’de 15-24 yaş arası ölümlerin üçüncü önemli nedeni intihardır. Dünyada ise beşinci sırada yer almaktadır. Bu eğilim, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde benzerlik göstermektedir. Geleneksel olarak en yüksek oranlar hala yetişkin erkeklerde görülmekteyse de 15-34 yaş arası gençlerde artış gösteren intihar oranları dikkat çekici bir problem haline gelmiştir.

Köprü İntiharları
Son zamanlarda krizle beraber köprü intiharlarında artış gözlenmektedir. İntiharları ikiye ayırmak gerekir :
1- Ölümle sonlanan, gerçekleşmiş intiharlar
2- İntihar teşebbüsleri
Köprü intiharları daha çok ilgi çekme ve teşebbüs düzeyindedir. Bundan dolayı her zaman medyaya yansır.
İntihar teşebbüsünde bulunanların çoğunluğunda sosyal problemler ön plandadır. Bunlar; iflas, boşanma, aile içi şiddet ve cinsel kimlik problemlerinden kaynaklanan uyum sorunlarıdır (Travesti ve transseksüeller…). Ruhsal problemler arasında ise; depresyon, kişilik bozuklukları, akıl hastalıkları, ergen krizi çoğunluktadır.
Köprüde intihar esnasında müdahale ayrı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle kendisini korkulukların dışında pazarlık yapar durumda olan bir insan gözümüzde canlanmaktadır. Bu esnada ya polis ya da o anda köprüden geçen diğer insanlar olaya müdahale etmektedir. Oysa ki intihar edecek şahsın, korkuluklara kadar ulaşmasını engelleyici koruyucu tedbirler alınmalıdır. Tel örgülerin yükseltilmesi, ön bariyerlerin yapılması, korkuluk sonrası korkuluğun altına tel ızgaraların konulması, krize müdahale ekiplerinin hazır tutulması, sürekli elektronik sistemle gözlemlenmesi gibi…
Sonuç olarak; köprüdeki bu fiziki yapı ve medyanın ilgisi ile “şov intiharları” gündemden düşmeyecek gibidir.
Her intihar ciddiye alınmalı, mutlaka krize müdahale ekibince değerlendirilmelidir. İkna etmek psikiyatri ve psikolojinin işidir. Zordur, hata kaldırmaz, sorumluluk gerektirir. Köprüden geçen vatandaşa veya konunun uzmanı olmayan nöbetçi kamu görevlisine bırakılamaz.

Bilişsel Terapiler, düşünceler, duyguların ve davranışların arasındaki etkileşime vurgu yapar. Terapinin odağında düşünceler yer alır. Olayların tek başına bir gücü olmadığı vurgulanırken olayları nasıl yorumladığımızın duygularımızı ve davranışlarımızı nasıl etkilediği üzerinde durulur. Düşünceler belirlenir ve işlevselliği bozan düşünceler yerine alternatif düşünceler belirlenir.

Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ise bilişsel kısmı ile yetinmez davranışa yönelik müdahaleler içerir. Diğer bir deyişle düşünceler davranışta oluşturulan değişiklikler ile eş zamanlı olarak değiştirilmiş olur. Bunun sebebi ise davranıştaki değişikliğin yukarıda bahsedilen döngüyü en hızlı kıran müdahale çeşidi olmasıdır. BDT’deki bu eş zamanlı işleyiş sayesinde hızla ve etkin bir biçimde ilerler. BDT’nin düşünce ve davranışla aynı anda çalışıldığı bu yapısı, başka terapi yaklaşımlarına oranla daha az zamanda sonuç alınabilmesinin başlıca sebebi olarak görülebilir.

BDT’nin öne çıkmasını sağlayan özelliklerinden bazıları şu şekilde sıralanabilir:
• Danışan terapide aktiftir. Terapinin seyrinde bizzat kendisi başrol oynar. Bir yandan kararlar alırken, bir yandan davranışsal değişikliklerle harekete geçer. Kendisi için belirlenmiş bir terapi planına ayak durdurmak yerine, bu planı terapisti ile beraber yapar.
• Sadece bireysel terapide değil, aile, çift ve çocuk terapilerinde de uygulanan etkin versiyonları mevcuttur.
• Şimdiki zamana odaklıdır. Kişinin geçmişi terapi açısından çok değerli bir kaynak teşkil etse de terapinin odağı “şu an”dadır.

bdt

panik1

Panik atak nedir?

Ansızın, herhangi bir yerde beklenmedik şekilde ortaya çıkan yoğun kaygı, bunaltı, korku, sıkıntı karışımı nöbetlerdir, oldukça yoğun yaşanır. Kişi her şeyin sonu geldiğini kalp krizi, felç geçireceğini, dünyanın sonu geldiğini, düşüp bayılacağını, kötü şeylerin olacağını düşünür.

Koşup kaçmak hemen bir sağlık kurulusuna sığınmak ister. Bir hastaneye girmesi bir doktorla karşılaşması bile nöbetin sona ermesini sağlayabilir. Bir kişi sürekli olarak stres ve korku ile yaşadığında vücut kimyası değişir. Vücut gerilim kimyasalları üretmeye başlar. Bunların bizi ne şeklerde etkilediğini aşağıda panik bozukluklarla birlikte sık rastlanan rahatsızlıklar bölümünde görebilirsiniz. Vücut talep edilen gerilim kimyasallarını karşılayabilmek için vücudun oksijene ve belli başlı gıdalar, vitaminlere, minerallere olan ihtiyacı artar. Kötü beslenme, yoğun stres ve korku, yorgunluk bu etmenlerden ikisi ya da üçü bir araya geldiğinde bir kısır döngü yaratır ve kendini tekrar eder.

Stres, korku, iç çatışmalar, psikolojik etmen ve yatkınlıklar > gerilim kimyasal üretimi >Kötü besleme >uykusuzluk > panik atak> stres şeklinde giden bir mekanizma işler hale gelir.

Panik Atağın Başlıca belirtileri nelerdir?

o Kalp çarpıntısı

o Göğüs kafesinde bası hissi ve sıkışma

o Hızlı nefes alıp verme veya nefes alamama

o Mide kasılmaları, krampları, karında ağrı, şişkinlik, gaz oluşması

o Dünyanın sonu gelmiş hissi

o Sebepsiz bir şey olacakmışçasına aniden başlayan korkular

o Ölümcül yada çözümsüz bir hastalığı olduğu korkusu

o Eller ve ayaklarda istemsiz boşalmalar hissizlik

o Terleme

o Baş dönmesi, bayılma hissi

o Farklı bir dünya aleminde yaşıyormuş gibi hissetme, bir sis perdesinden arkasından bakıyormuş hissi

o Üşüme, ürperme yada ateş basma hissi

o Korkunç bir şey olacakmış gibi hissetme

 

Panik bozuklukların beraberinde eş zamanlı olarak görülen bozukluklar

o Psikolojik ve psikiyatrik Depresyon %40-50

o Agorafobi %50-70 yalnız kalmak, yalnız sokağa çıkmak, kalabalığa girmemek, Uçak, asansör, otobüs, pasaj, tünel, köprü, tiyatro gibi yerlerden duyulan korku

o Sosyal fobi %10-15 Somatoform Bozukluk % 6-8 yoğun bedensel yakınmalar

o Hipokondriyazıs %20-30 hastalık hastalığı,

o Madde Kullanımı alkol %20-25 bunu sözde rahatlamak için çare olarak kullanırlar ve sonuç Uyuşturucu %5-10 bağımlılık halini alır.

o Manik Depresif %10-12 depresyon ve tam tersi çoşma nöbetleri

o Kişilik Bozuklukları %40 Obsesif-kompulsif (takıntı, temizlik hastalığı, simetri)

o Kaçıngan, Paranoid, Borderline

o Genel Anksiyete Bozukluğu %15-20 Aşırı kaygı Biyolojik

o Mıtral Valv Prolapsusus %40-50 Kalp kapakçığı sarkması

o Troıd Bezi Anormallikleri Hipertirioidizim, Hiperparatiroidizim

o İrrıtabl Kolan Sebdromu Huzursuz bağırsak sendromu psikoterapi ve hipnoz ile Çözülebilir. Anksiyete tedavisi %90 oranında etkilidir.

o Akçiger Hastalıkları %8-20 astım, bronşit, anfizem, alerjik rahatsızlıklar

o Migren %12-15 baş ağrısı şeklinde ortaya çıkar

o Epilepsi sara nöbeti

o Hipertansiyon

o Feokromasitoma Böbreküstü bezi hastalığı

o Vertibüler distoma kulaktaki denge fonksiyon bozukluğu

Bunları okurken siz de hissettiniz “ beden zihin ruh bir bütün olmalı ve dengede çalışmalıdır”. Birisinde yaşanan bir bozukluk diğerlerini de etkilemekte ve bozukluklara neden olmaktadır. beden mi zihinsel ve ruhsal olarak sıkıntı çekmemize neden oluyor, ruh ve zihnimiz mi bedensel rahatsızlıkları tetikliyor ve neden oluyor gibi bir soru sizinde hemen aklınıza gelmiştir. Bu derece bedensel be ruhsal rahatsızlığın bir arada görülme oranlarındaki yükseklik şunu çok net olarak açıklıyor . İnsan bir bütün her üçü de uyumlu olmak zorunda.

Başlamasından hemen önce bazı koşulların hazır olması gerekir.

o Yoğun bir iş stresi, doğum, ölüm, boşanma gibi ruhsal ve duygusal olarak zorlu bir dönem yaşanmıştır.

o Bu döneme ardından yada beraberinde beslenme düzenin iyi olmaması fiziksel olarak vücudun dirençsiz ve zayıf kalması, yorgunluk, dinleneme de eklendiğinde panik başlangıcı için uygun koşullar oluşmuş olmaktadır.

o Başlangıcıyla birlikte belirtilere verilen dikkat (kalp çarpıntısı, hızlı nefes alıp verme) belirtilerin giderek artmasına neden olur ve süreç başlamış olur.

 

İşleyiş mekanizması nedir?

Panik atak diğer korkulardan farlı bir özellik içerir. Bu özellik panik atağın içsel bir korku olmasıdır. herhangi bir dış nedene bağlı olmaksızın bir sebep yokken durduk yere ortaya çıkmasıdır. Kişi acaba panik atak geçirir miyim rahatsızlanır mıyım diye düşünmeye başladı andan itibaren panik atağın içinde bulur kendini herhangi bir dış uyarana ihtiyaç duymaksızın ortaya çıkıverir.

Kişinin kendini dinlemesi, belirtilere kalp atışı nefes alma hızı vs dikkatini yoğunlaştırması ya da tetikleyici bir düşünceyi beyninden geçirmesiyle birlikte süreç başlamış olur.

İçsel bir korku olmasına rağmen tetikleyicileri dış faktörler olabilir. Belli bir yer mesela kalabalık bir yer, bir kişi, bir olay, bir haber, bir ölüm haberi, işyeri gibi dışsal bir uyaran olabilir tetikleyici.

Yeniden başlayacağı korkusu ile birlikte başlayan korkular kaygı ve sıkıntı daha çok genişleme eğilimdedir gittikçe daha fazla sedyen korkmaya daha fazla yardım alamaya yardım alamadığı yerlerden uzaklaşmaya başlar.

 

Bilmemiz gerekenler nelerdir?

o Bir anda ortaya çıkarak yoğunlaşır ve ağır ağır kaybolur. Başlangıcında bunun farkına varıp üzerine gitmez ve bunun ortaya çıkmasına neden olan yer davranış yada tetikleyici etmenden uzak durmakta fayda vardır. Bu rahatsızlık veren ve atağı başlatan duruma yada yere daha sonra yavaş yavaş alıştırarak yaklaşmak erken dönemlerde kolaylıkla mümkün olabilir.

o Bir neden olmaksızın ortaya çıkabilir.

o Genellikle 20-30 lu yaşlarda başlangıç görülür.

o Şehirde yaşayan, boşanmış, ağır travma ve sıkıntı geçiren insanlarda görülme oranı daha fazladır.

o Ekonomik durum ya da eğitim düzeyiyle bağlantısı yoktur.

o Kadınlarda görülme oranı erkeklere oranla 2-3 kat fazladır.

o Değişken oranlarda toplumun %20-25 inde görülmektedir. yani her 4 kişiden birinde değişik ağırlıklarda panik atak mevcuttur

o Rahatsızlıkların fiziksel etkileri nedeniyle hemen hemen her bronştaki doktora farklı nedenlerle defalarca başvurmakta tahliller istemekte tedavi talep etmektedirler. Nefes sorunları, kalp rahatsızlığı, mide rahatsızlıkları, kanser korkuları ile defalarca alan doktorlarına başvurmakta yapılan tahlil ve kontroller sonucu temiz çıkmalarına karşın panik bozukluğu kabullenmemektedirler.

o İlerleyen yaşlarda başlanma oranı düşer

o İçe dönük, mükemmeliyetçi, telaşlı, aceleci, sıkıntılı insanlar daha yatkındır.

o Alkol ve madde bağımlılığı riski yüksektir. ve tersi içinde aynı durum gecerlidir.

o Devamlı baskı, stres altında olmak ağır travmalar geçirmek(aile sorunları boşanma ölüm gibi) riski arttırır

o Hayır diyememe, bağımlı kişilik yapıları, özgüven sorunu yaşayan insanlarda, iletişim sorunu yaşan (nefe öfke kzıgınlı) hislerini dışa vuramayan insanlarda, bastırılmış kimliğe sahip insanlarda ortaya ihtimali daha yüksektir.

o Depresyon geçirmiş yada geçirmekte olan, sosyal fobiye sahip insanlarda daha sık görülebilir

 

Nasıl bir yöntem uygulamalıyız?

o Bu sorunun çözümünde çoklu yöntem kullanmakta fayda görülmektedir. Çoklu yöntemden ne kastettiğimizi Şöyle açıklayalım; Sorunu yaşayan kişinin yapacağı çalışmalar Hastalığınızla ilgili ayrıntılı bilgi edinin

o Yürüyüş yüzme tenis gibi her gün düzenli olarak yaptığınız bir spor aktivitesi edinin

o Her gün mutlaka duş alın

o Uykunuz düzenleyin ve düzenli olarak tatil yaparak vücudunuzu ve zihninizi dinlendirin.

o Beslenmeniz sağlıklı bir hale getirin

o Kahve şeker çikolata çay ve hormonlu yiyecek ve içeklerden uzak durun

o Mümkünse daha sık doğa yürüyüş ve gezileri yapın

o Zevk aldığınız şeyleri belirleyin ve hobi edinin dikkatiniz ve ilginizi oraya verin

o Nefes ve gevşeme egzersizleri öğrenin ve her gün düzenli olarak yapın

o Otohipnoz öğrenin ve günlük hayatınızda rahatlamak ve dengeye ulaşmak için sürekli kullanın

o Cinsel yaşantınızı, sosyal çevre ilişkilerinizi, aile ilişkilerinizi düzenleyin

o Kendinizi dinlemekten vazgeçin

o Kendinize sürekli olarak olumlu düşünce kalıpları belirleyin ve bu şekilde telkinler verin. (Olumlu düşünce kalıbı -Benim kalbim hızlı çarpmayacak değil benin soluk alıp vermem, tansiyonum, şekerim kalp ritmim oldukça düzenli ben sağlıklı bir insanım şeklinde olmalı)

o Hiçbir şeyi içinize atmayın ve sıkıntınızı ve negatif enerjinizi topraklayın ya da atın

o Meditasyon egzersizleri öğrenin ve düzenli olarak uygulayın ve devamlılık gösterin.

depresyon1

-Klinik Depresyon nedir?

Klinik depresyon, çökkünlük duygularının yerleştiği ve yaşamı normal bir biçimde sürdürmeyi olanaksız kılacak kadar uzun sürdüğü ciddi bir hastalıktır.

 

-Klinik depresyonu neler etkiler?

Duygularınız

Düşünceleriniz

Davranışlarınız

Bedensel işlevleriniz

Klinik depresyona tutulduğunuzda genelde duygu durumunuz ve duygularınız üzerindeki denetiminiz azalır. Günlerce, hatta bazen aylarca kendinizi çökkün hissedersiniz. Bu ruh hali yaşamınızın bütün yönlerine egemen olur:

Fiziksel

Zihinsel/ruhsal

Toplumsal

 

-Depresyon yaşamı tehdit eden bir hastalık mıdır?

En ağır durumunda depresyon yaşamı tehdit edebilir, çünkü:

Yaşamınız tümden sekteye uğrar

İştahınız kaybolur, susuzluk hissetmezsiniz

Kendinizi intiharı düşünecek kadar berbat hissedersiniz

Öz bakımınızı ihmal edersiniz

 

Kendinizde depresyon olduğundan kuşkulanıyorsanız tedavi arayışına girmeniz gerekir.

hiper1

Son çeyrek yüzyılda çocuk eğitimi ve gelişiminde hiperaktivite ve dikkat bozukluğuna bağlı çalışmalar artarak devam etmektedir. Yıllar geçtikçe alandaki bilimsel araştırmalar çeşitlenmektedir.

Yapılan araştırmalarla beraber çok sayıda klinikte dikkat eksikliği görülen çocuklara yönelik eğitim programları uygulanmaktadır. Sevindirici olan çoğunlukla çalışmanın sonucunun olumlu yönde olmasıdır. Buradaki önemli noktalar teşhisin erken konulması, ailenin katılımının sağlanması, uzman kişilerle bilimsel çalışmanın düzenli olarak takip edilmesi, çocukta çoğunlukla örselenmiş olan özgüvenin terapi ile yeniden yapılanması.

 

BELİRTİLERİ

Aşırı hareketlilik

Dikkat eksikliği

Dürtüsellik

 

DAVRANIŞSAL BELİRTİLERİ

– Çoğunlukla çocuğunda kontrol etmekte zorlandığı sürekli bir kıpırtısı vardır.

– Hareket ederken bir motor gibidir. Aniden ve çok hızlı koşmaya başlar, durması gereken yerleri bilemez.

– Oturması istendiğinde otursa da sabit kalmakta zorluk çeker, kısa sürede kalkar.

– Belirli bir konuda sohbet edebilmesi mümkün değildir.

– Zihinsel çaba gerektiren ders dinleme, ders çalışma, okuma ve yazma görevlerini yerine getirmekte zorluk çeker.

– Ödevler yaparken ve sınavlarda dikkatsizce hata yapar.

– Sabırsızdır, sırasını bekleyemez.

– Kendisiyle konuşulurken dinlemiyormuş gibi davranır.

– Sakin, gürültüsüz olmakta güçlük çeker.

– Verilen ikili veya üçlü komutları uygulamakta güçlük çeker.

– Çok konuşur sıksık başkalarının sözünü keser.

– Çoğu zaman sonuçlarını bilmeden tehlikeli işlere girer.

 

Bu özelliklerin birkaçı çocuğunuzda varsa özel eğitim ve terapi alması gerekmektedir. Çalışılan çocuklarda somut bir ilerleme hatta kesin iyileşme görülürken, kendi haline bırakılan çocuklarda takvim yaşı büyüse de gerileme hızla devam eder.

children fight

Çocuklar bir kardeşlerinin olmasını isterler, ancak kardeş doğumu ile de yoğun bir kıskançlık yaşamaya ve anne babaları zorlamaya başlarlar. Önceleri sürekli kardeş isteyen bir çocuğun bu isteği gerçekleştikten sonra neden kardeşini kıskandığı, hatta ona düşman gibi davrandığını anlamak zor olmalı. Oysa bu çocukların süreklilik göstermeyen, değişken olan isteklerini yansıtan, dolayısıyla onların doğasıyla ilgili ipucu veren bir özellikleridir. Bu nedenle çocuk için diğer önemli kararlarda olduğu gibi kardeş isteğinin gerekliliğine de anne ve babanın karar vermesi gerekmektedir. Annenin beden ve ruh sağlığı, ailenin ekonomik gücü, doğacak çocuğun bakımına ilişkin sorumlulukların paylaşılması bu kararı belirleyecektir.

Kardeş kıskançlığına gelince; kıskançlık insanoğlunun en doğal, en evrensel duygularından birisidir. Kıskançlık sevilen kişinin başkasıyla paylaşılmasına katlanamamak olduğuna göre, sevginin bulunduğu her yere girer. Sevgililer arasında belirli bir ölçüyü aşmadığı sürece, sevgi gülünün dikeni sayılır. Ancak bu doğal duygu insanı kemiren bir tutku olmaya başlayınca, sevgiyi gözeten bir duygu olmaktan çıkar, sevgiyi yok eder. Çocuk için en değerli varlık anne olduğuna göre onu başkalarıyla paylaşmak kolay, dayanılır bir duygu değildir. Sevgilisini başkasının kolunda gören bir erkekle, annesini, kucağında “yabancı” bir çocukla gören kardeşin duyguları pek ayrılık göstermez. Anne sevgisini yitirme korkusu, daha yeni bir kardeş geleceğini öğrendiği anda içini sızlatmaya başlar.

Kardeş doğumu bu ve diğer nedenlerle çocuk için zorlayıcı bir yaşam olayıdır. Gebeliğin ve yeni doğan çocuğun annede oluşturduğu bedensel güçlükler ve yorgunluklar, çalışan annenin zamanının önemli bir bölümünü çocuk bakımına ayırması gibi nedenler eve gelen bu yabancı yüzündendir. Gelen çocuğun cinsiyetinin farklı olması, beceriksizliği, yoğun bir ilgi ve bakıma gereksinimi olması onun daha çok sevildiği şeklinde yorumlanmakta ve kıskançlık artmaktadır. Annenin yeni doğan bebekle birlikte oluşacak güçlüklerini hafifletebilmek için çocuğun kreşe verilmesi ya da odasının ayrılması gibi değişiklikler de bu duyguyu artıracak, yeni uyum sorunlarına neden olacaktır.

Çocukla kardeşi arasındaki yaş farkı ne kadar azsa kıskançlık o denli büyük olmaktadır. Henüz anneye gereksinimin sürdüğü 3 yaşından küçük çocuklarda anne ilgisinin azalması sonucu yeni kardeşe tepkisi büyük olacaktır. İkinci ya da üçüncü kardeşi kabullenme daha kolay olmaktadır.

Kardeş kıskançlığı doğal bir duygudur, sevgi ve kıskançlık-nefret ara ara yoğunlaşarak zaman içinde yoğunluğunu kaybeder. Kardeşini sevmek zorunda değildir. Olumsuz duygular anlayışla karşılanmalı ve bu duyguları belirtmesi yüreklendirilmelidir (beni de uğraştırıyor, ara sıra ben de kızıyorum, beceriksizliği yüzünden ona çok zaman harcıyorum, seni sevmediğimi düşünme, eskisi kadar seviyorum, ben de kardeşim doğduğunda kıskanmış, böyle düşünmüştüm). Anne-baba bebeği, çocuğun önünde gösterişli bir biçimde okşayıp sevmekten kaçınmalıdır.

Çocuklar eve gelen yabancıya farklı tutumlar sergileyebilir;

– Sevgi gösterilerinde bulunabilirler (annenin kendisinden tümüyle uzaklaşması için onun yanında yer alır.)

– Abartılı sevgi gösterileri (alttaki duyguları ele veren davranışlarla birliktedir; kardeşinin yanağını okşarken biraz fazla sıkar, ağlatacak ölçüde kucaklar, kaza ile yere düşürür).

– Etkilenmemiş gibi davranma (bebekle ilgili huysuzluklar, hırçınlıklar, tutturmalar, istediği yapılmadığında ağlama, tepinme).

Haber414Obsesif – Kompulsif bozukluk (OKB) bir kaygı bozukluğudur ve kişinin günlük fonksiyonlarını önemli ölçüde etkiler.  Bu bozukluğu olan kişiler genelde acı çeker, kendilerini çaresiz hisseder ve bundan üzüntü duyabilirler. Ek olarak, bu bozuklukta, erken çocukluk dönemi travmalarının önemli bir yeri olduğunu ve OKB oluşumunu tetikleyebileceğini söyleyebiliriz. OKB 2 önemli kavramdan oluşur: Obsesyon ve Kompulsiyon.

Obsesyonlar; İstenmeyen ve sürekli olarak akla gelen zorlayıcı ve rahatsız edici imgelerin, dürtülerin ve patolojik kuşkuların olduğu düşüncelerdir.

Kompulsiyon ise; Bu obsesyonları eyleme dökerek kısa süreli rahatlama sağlayan rutin ve  gönüllü olarak yapılan davranışlardır.

Obsesyonlar kişide anksiyeteye yol açarken, kompulsiyonlar bu anksiyeteyi kısa süreli azaltmaya yardımcı olur. Kompulsiyonlar obsesyonları kontrol eder ve obsesyonlara cevap olarak ortaya çıkar. Yani düşüncelerin, eyleme dökülmüş halidir. İkisi arasındaki ilişkiyi böyle tanımlayabiliriz.

Bakıldığında daha çok kadınlarda görülen bu bozukluk, depresyon, hipokondriasis uyku bozukluğu gibi rahatsızlıklarla ilişkili olabilir.obsesif-kompulsif-bozukluk-nasil-tedavi-edilir-RiFZ2SLMs

Obsesif Kompulsif Kişilik Bozuklukları (OKKB) ise, kişilerarası kontrolü elinde tutmak isteyen, genellikle mükemmelliyetçi davranışlar sergileyen kişilerde görülür. Takıntılarının farkında değillerdir. Algı ve düşüncelerinde çarpıklıklar vardır; üzüleceği yerde gülmesi gibi. Herşeyin kendi istediği gibi olmasını ister, zaman zaman paranoid düşünceleri olabilir çünkü çevrelerine çok güvenmezler. Listeler, planlar programlar yaparlar ve genelde asıl amacını unutturacak ve sapacak şekilde olur.